KONUK YAZAR
24 Nisan 2020

Dört Ortalı, Kareli Harita Metot Temiz Defteri

BİLGİ İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi Doç. Dr. Serhan Ada'nın belleğinde çocukluğuna dair izleri gün yüzüne çıkardığı kitabı Geçen Yüzyılın Ortasında Çocukluk Nesneleri'nden bir bölümü paylaşıyoruz.

Nesneler arasında üç boyutlu haliyle kalabilmiş, gelebilmiş olan bir tek o. Annem vaktiyle saklamış. Dört ortalı ve sırtı siyah bezle ciltlenmiş. Üzerinde kaplama kâğıdı yok. Oysa, vaktiyle kaplanmadan kullanılmış olması mümkün değil. Yıllar boyunca yıpranarak -rengi maviydi sanki- etrafı kırmızı çerçeveli isim etiketiyle birlikte atılmış olmalı. Bütün bir müfredatın tanığı olarak yılmaz bir hafıza gardiyanı gibi kitaplık rafında bekliyor.

Müsvedde defterine herşeyi, her şekilde yazıp çizmek serbestti. Bu yüzden -daha sonra edebiyat çevrelerinde de pek rağbet bulan bir deyimle- “karalama defteri” dendiği de olurdu. Ne var ki, müsvedde defteri de, şöyle bir bakışta, inci gibi duran çocuklar yok değildi. Temiz defteri ise, müsveddeden temize çekilen ya da okulda başladıktan sonra evde tamamlanan -bu yüzden bendekinde beceriksiz çizgilerimin yer yer büyükler tarafından düzeltilmiş ya da düpedüz onlar tarafından yapılmış bölümleri rahatça seçilebiliyor- önce sınıfta öğretmene ve diğer öğrencilere, sonra da herkese gösterilebilecek türdendi. Eğer çizilmiş bir şeyin içi renkli kuru boya kalemiyle boyanacaksa, çizgi dışına taşırmamaya dikkat edilirdi. Tam da bu nedenle silgi sıkça kullanılır, ancak o da boyanın izi sağa sola bulaşmasın, defterin kâğıdı örselenip incelerek yırtılmasın diye kâğıda usturuplu sürtülürdü.

Deftere bugün bakınca, birbirini bütünleyen iki ana eksenin varlığı dikkat çekiyor. Bunlardan biri, zenginlik ve varlığın “içeride” olduğuna vurgu yapan “yerli malı haftası”, “nasıl, ne zaman turşu kurulur” türünden konular. Bunlar çocuklara belli bir yaşam tarzının aşılanmasındansa, onları tutumluluğa çağıran, tüketimin aşırılaştırılmasından çekinen bir yaklaşımı akla getiriyor. Büyüklerin, ekmek-pirinç karneleri hikâyeleriyle yokluk zamanları olarak anlattıkları İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 15-20 yıl geçmiş olmasına rağmen, kötü hatırası canlılığını koruyor’un işaretleri. Bir de askerliğe, uçağa, vatana -bayramlar dolayımında da olsa- vurgu yapan konular var. Cumhuriyet’in kuruluşu üzerinden henüz çeyrek yüzyıl kadar geçmişken, ilk askeri darbenin ve güzel, umutlu şeyleri ordudan beklemenin izleri okunuyor.

Kitaplar, bir sınıftan öbürüne geçerken el değiştirdiği, büyük sınıflardan kitap alırken kullanılmış olanlar küçüklere verildiğinden -nedense tutum konuları işlenirken bu değiş tokuştan hiç bahis yok- o günden bugüne gelen kitap hiç yok. Olsa saklanmaya değer miydi, bilemiyorum. Ne var ki, karton kabını gri olarak hatırladığım bir alfabe belleğimde görüntüsüyle öylece duruyor. Bir köşede Atatürk var. Okunması ve yazılması ilk öğretilen kelimelerden biri. Hem de “A” harfiyle başlıyor. Onun yanında bir ya da iki çocuk var. “Başöğretmen” olduğuna göre, bunda da şaşılacak bir durum yok. Çizimle yapılmış kapaktaki kız çocuğunun Atatürk’ün manevi kızı Ülkü olduğu da söylenirdi. Kapaktaki kızın kahkülleri olmasına rağmen, sınıftaki kızların çoğunun saçları örgülüydü. Alfabenin sayfaları içinde, bu kez renkli olarak çizilmiş çocuklardan kız olanlarınki gibi.

A’yla başladığına hiç kuşkum yok. Ondan hemen sonra B mi geliyordu acaba? İlk gün ev ödevi olarak “A” yazmamız istendi. Kaç defa yazılacağıysa söylenmedi sanki. Sıklığı ve miktarı anlatmak üzere, A ise söz konusu olan, “A bellenecek” denirdi. [Bu, A’nın çocuk kafası içinde şekillenip kalem ucunda belli olması anlamına mı geliyordu, yoksa toprağı beller gibi bir işlem yapılması mı gerekliydi, orasını bilemiyordum.] Eve gelir gelmez karalama defterini açıp ben de işe koyuldum. Babam çakı ile açmış olduğundan, kalemlerimin ucu da yeterince sivriydi. Kendi kendime birkaç deneme yaptıktan sonra, benim yazdığımın sınıfta öğretmenimin yazdığına ya da alfabedekine benzemediğini üzülerek farkettim. Her denemede, A’nın ev çatısına benzeyen ana çizgilerinden sanki daha fazla uzaklaşıyordum. Tam o sırada bir şey oldu. Annemden yardım istedim ya da o benim yaptığımı -aslında yapamadığımı- gördü. Duruma müdahale etme ihtiyacını hissetti. Yanıma gelerek nasıl yapmam gerektiğini, deftere birkaç tane A’yı yanyana yazarak gösterdi. Sıra bana geldiğinde ne yaptığımı dikkatle izliyordu. Ama A’yı beceremiyor, çatısını bir türlü beklendiği gibi çatamıyordum. Evde misafir bir hanım vardı -bu muhtemelen yengem olabilir- ve geç olmadan çarşıya çıkmaları gerekiyordu. Annem dikkatli ve özenli olmam gerektiği hususunda birkaç kez sabırsızlıkla uyardıktan sonra, elime bir şaplak indirdi. [Yengemin yanaklarının kızardığını bugün bile görür gibiyim.]

Sınıfta okuyup yazmayı en geç öğrenenlerden biri oldum. Ama bunun, ilk günden A’yı beceremememle ve annemden yediğim o şaplakla bir ilişkisi olduğuna emin değilim. [Ne var ki, bakarak öğrenme-göstererek öğretme konusunda hep şüpheci oldum.]

Küçükken solak olan annem, sağ eliyle yazması için öğretmenden şaplak yemiş, her iki elini yazıda ve her türlü işte rahatlıkla kullanırdı.

Serhan Ada, Geçen Yüzyılın Ortasında Çocukluk Nesneleri, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 157-160.