21 Mayıs 2020

Koronavirüs krizi, iklim krizi ve ekonomide güç

BİLGİ Çevre, Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu yazdı

2019 yılının Aralık ayında ilk olarak Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkarak hayatımıza giren Koronavirüs, daha sonra salgına dönüşerek tüm dünyayı etkisi altına almış, ekonomideki gerçek gücün ne olduğunun sorgulanmasına da neden olmuştur.  

Ülke ekonomilerin ne kadar büyüdüğünü belirlemek için hesapladığımız gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) neyi, ne kadar ürettiğimizi göstermekle birlikte, nasıl ürettiğimizi ve kullanılan kaynakların neler olduğunu açıklamaz. GSYİH, bir ülke ekonomisinin bir önceki yıla göre pozitif ya da negatif büyüdüğü belirlemek ve kişi başına düşen milli geliri hesaplamak için kullanılan temel bir makroekonomik veridir. Ülkeler, GSYİH hesaplarında yer alan, ama aslında insanlığın refahına hiçbir şekilde katkıda bulunmayan binlerce ürün üretir. Yaşadığımız Koronavirüs salgını, ülkelerin kriz algısını ve krizlerin üstesinden gelebilmek için neler üretmeleri ve ne tür hizmetlere öncelik vermesi gerektiğini göstermiştir. Bu salgın, ekonomik gücün sadece ekonomik büyüme ve kişi başına artan milli gelir ile ölçülemeyeceğini, kriz algısı yüksek olan, krizleri en az hasar ile atlatan ve kriz sonrası ortaya çıkabilecek sorunlar ile mücadele edebilecek ülkelerin ekonomik güce sahip olduğunu göstermiştir. Yine bu salgın, krizin türüne göre alt yapı yatırımları ve kurumların güçlü olmasının şart olduğunu fark etmemize de yardımcı olmuştur.  

Ekolojik sürdürülebilirlik, sadece ekonomik büyümenin koşullarından değil, aynı zamanda hayatın sürdürülebilir olmasının koşullarından da biridir. WWF tarafından yayımlanan “Ekolojik Ayak İzi Raporu”, hem doğadan temin ettiğimiz kaynak hem de doğaya saldığımız atık miktarını inceleyen bir rapordur. Raporun bulguları, gelişmiş ve gelişen birçok ülkenin, doğanın kaynak üretebilme ve atıkları tolere edebilme sınırlarını çoktan aştığını gösterir. Benimsemiş olduğumuz üretim ve tüketim modelleri ile bu sınırları her yıl daha da zorluyoruz. Koronavirüs salgınından daha önce uzmanlar tarafından sık sık dile getirilen ve salgın esnasında da tecrübe ederek fark ettiğimiz şey, var olan sınırlı kaynakları çok daha verimli ve gerçekten toplumun refahına hizmet edecek şekilde kullanma zorunda olduğumuzdur. Krizlere hazırlıklı olmanın, krizleri başarı ile yönetebilmenin ve krizlerden mümkün olan en az hasarla çıkmanın yolu buradan geçiyor. Ama maalesef hiç hazırlıklı olmadığımız bu salgının sonuçları bir hayli ağır olacak. Uluslararası Para Fonu (IMF), salgın sonrası yaşanabilecek ekonomik resesyona dikkat çekmekte ve 1929’da yaşanan Büyük Buhran’dan sonra küresel düzeyde en yüksek daralmanın yaşanabileceğine vurgu yapmaktadır.  

İklim krizinin etkileri, önlem alınmadığı takdirde Koronavirüs salgınının etkileri ile karşılaştırılamayacak kadar çok daha fazla, çok daha tahrip edici olacaktır.

Diğer taraftan, bu salgın bize başka krizleri ciddiye almanın ne kadar elzem olduğunu göstermek için bir fırsat olmuş olabilir. Tarihçi Yuval Noah Harari’nin de belirttiği gibi, küresel ölçekte insanlığı tehdit edecek en önemli krizlerden biri iklim krizidir. İklim krizinin etkileri, önlem alınmadığı takdirde Koronavirüs salgınının etkileri ile karşılaştırılamayacak kadar çok daha fazla, çok daha tahrip edici olacaktır. İklim krizi ile mücadelede iki temel politika mevcuttur; azaltım ve uyum politikaları. Azaltım politikaları sera gazı emisyonlarının düşürülmesini, uyum politikaları ise değişen iklime uyum sağlayarak olası zararların asgari düzeyde tutulmasını kapsar. Bu iki yaklaşım birbirinin alternatifi değil, aksine birbirini tamamlayan politikalardır. Azaltım ve uyum politikaları arasındaki en temel fark, azaltım politikalarının küresel bir kamu hizmeti, uyum politikalarının ise özel sektör tarafından uygulandığında özel hizmet, devlet tarafından uygulandığında da yerel ve/veya ulusal kamu hizmeti olmasıdır.  

Azaltım politikalarının başarısı uluslararası işbirliğini gerektirir. Uluslararası işbirliğinin sağlanamaması halinde iktisat yazınında “beleşçi” olarak tanımladığımız sorun ortaya çıkacaktır. Azaltım politikalarına katkıda bulunmayan ülkeler (kısa dönemli analiz yapıldığında azaltım politikaları, bu politikaları uygulayan ülkeler açısından maliyetli politikalardır) iklim değişikliğindeki yavaşlamadan fayda sağlayacaklardır. Diğer taraftan, sera gazı emisyonlarının azaltılmasına liderlik etmenin orta ve uzun dönemde ülke ekonomisine katkı sağlayacağı ve liderlik yapan ülkelerin avantajlı bir pozisyon elde ederek diğer ülkelere kıyasla üstünlük sağlayacağı bir gerçektir. Karbon vergisi ve emisyon ticareti gibi piyasa bazlı enstrümanlar, firmaların enerjiyi daha verimli kullanmalarına ve risk yönetimi algısını geliştirmelerine yardımcı olacaktır. Ayrıca Dünya Ticaret Örgütü'nün ihraç ve ithal edilen ürünler için “ekolojik ayak izi etiketini zorunlu kılması ve belirli koşulları sağlayamayan ürünlere ve/veya ülkelere kota getirmesi halinde, azaltım politikaları uygulayan ülkeler avantajlı duruma geçecektir. Böyle bir uygulamanın olması halinde ülkeler, uluslararası ticarete devam edebilmek için etkin azaltım politikaları uygulamak zorunda kalırlar. Örneğin Güney Afrika, 2019 Haziran ayında karbon vergisi uygulamaya başladı. Bunun temel nedeni ise, karbon vergisi uygulayan ülkeler ile ticaretini devam ettirmeyi istemesidir. Karbon vergisi uygulayan ülkeler, karbon sızıntısını önlemek için ithal edilen ürünlerin gümrük vergilerini gözden geçirebilirler. Avrupa Birliği (AB), yeniden karbon vergisini tartışmaya başladı. Karbon vergisinin üye ülkelerin ulusal sınırları yerine, bu kez AB sınırlarında uygulanması planlanıyor.  

Uyum politikalarının temelinde ise, iklim değişikliği bir veri olarak kabul edip, iklim değişikliği sonuçlarına bağlı olarak ortaya çıkacak maliyetin asgariye indirilmesi yatar. Uyum politikaların uygulanabilmesi için politika yapıcıların ilk yapması gereken çok detaylı bir risk haritası çıkarmaktır. Azaltım politikalarında öngörülen farklı senaryolara göre kendi ülkelerinde hangi bölgelerin ve sektörlerin nasıl etkileneceğini belirlemeleri zorunludur. Detaylı bir risk haritasının çıkarılmasından sonra, konuyla ilgili uzmanlardan oluşan kapasite güçlendirmesi için öncelikli alanların tespit edilmesi gerekir.  

Koronavirüs salgını, bir kriz anında insanlığın gerçekten üretim anlamında en önemli ihtiyaçları nedir diye sorgulamamıza da yardımcı olmuştur. Gıda güvenliği, hepimizin bildiği gibi en temel güvenlik ihtiyacımızdır. Zaten iklim değişikliği için uygulanacak uyum politikalarında en çok tartışılan sektörlerden biri tarım sektörüdür. Tarımda suyun vazgeçilemez bir girdi olarak kullanılması ve suyun döngüsünün iklim değişikliğine de bağlı olarak değişmesi, tarım sektörünü kırılgan ve risklere daha açık hale getirmektedir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 5. Değerlendirme Raporu, iklim değişikliğinin tarımsal ürünlerin kalitesini, gıda güvenliğini ve kırsal geçim kaynağını olumsuz şekilde etkileyeceğini belirtir. Gıda güvenliğinin sağlanamaması, arz ve talep arasında dengesizliğe yol açarak tarımsal ürünlerin fiyatını artırır. Bu tür olumsuz gelişmeler, düşük gelirli kesimi daha çok etkileyeceği için gelir dağılımına ilave olarak iklim adaleti sorununu da gündeme getirecektir. Bütün bu beklenen gelişmeler doğrultusunda, kaynakları elverdiği ölçüde kalkınma planlarında tarıma lokomotif bir sektör olarak yer veren ülkeler, ekonomik güce sahip olan ülkeler olacaktır.  

Gıda güvenliğinin yanı sıra, krizlerde güçlü bir ekonomik yapı için enerji, su, sağlık ve sosyal sigorta güvenliğini de sağlamak çok önemlidir. Kısaca ekonomik büyümeden daha çok ülkelerin, iklim krizine bağlı riskleri nasıl algılayıp ona göre üretim ve yatırım yapmaları ekonomik güce erişmelerinde çok önemli rol oynayacaktır. Unutmamamız gereken, salgın sonrası kapımızda bizi çok daha büyük bir kriz, iklim krizi beklemektedir.