28 Mayıs 2020

Covid-19 sonrası nasıl bir ekonomik daralma bizi bekliyor?

BİLGİ Ekonomi Bölümü Öğr. Üyesi Prof. Dr. Ege Yazgan yazdı

Covid-19 insanlığı yüzyılda bir karşılaşılabilecek bir kriz ile karşı karşıya bıraktı. Krizin ekonomik, politik, sosyal, sağlık gibi birçok boyutu var. Konumuz ekonomik kriz. Ekonomistler, bu krizin ekonomiye vereceği hasarı tartışırken ana vurgu ekonominin kriz öncesi gelir düzeyine ne kadar zamanda döneceği üzerine. Senaryolar muhtelif. Bu senaryoları ifade etmek için alfabeden çeşitli harfler seçiliyor: V, U, W, L, ve bu harflerin farklı yazılım biçimleri (geniş U yatay L) ekonomik hasarın boyutunu gösteriyor. V hızlı çöküş ve hızlı çıkışı, U hızlı çöküş, bir süre orada kalma sonrasında çıkışı, W iki dipli bir ekonomik seyri vs. Birbirinden bu kadar faklı senaryonun bir arada olması konuyla ilgili belirsizliğin ne kadar büyük olduğunu ve tahmin yapmanın zorluğunu yansıtıyor. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu tek konu dünya ekonomilerinde çok hızlı bir daralma olacağı, sonrası ise meçhul.

Sorunun temelinde bir ekonomik şok olmadığı, bir sağlık sorunu olduğu için, sağlık sorunu ortadan kalkmadan ekonomik sorunun da ortadan kalkması mümkün değil. Sağlık sorunun tamamen ortadan kalkması ancak aşının bulunması ile mümkün olabilecek. Aşının bulunması ve topluma yaygın olarak uygulanmasının uzun zaman alacağı, bir yıldan önce olamayacağı genel kabul gören görüş. Hızlı çıkış için geriye kalan olasılık, aşı bulunmasa dahi, etkin bir tedavi protokolünün en geç birkaç ay içinde ortaya çıkması ve insanları endişelerinden uzaklaştırarak eski hayatlarına dönmelerine ikna edebilmesi. Bu kadar kesinlik içeren bir tedavinin bu kadar kısa bir vadede oluşması da uzak bir olasılık. Bu durumda kısa vadede hızlı bir ekonomik toparlamanın, yani yukarıda sayılan harflerden V’nin pek olasılık dahilinde olmadığı sonucuna varabiliriz. Sağlık cephesinde sürüp gidecek olan belirsizlik, insanların şu veya bu ölçüde, zorunlu olmaktan çıkarılsa dahi, gönüllü olarak sosyal izolasyona devam etmeye itecektir. Bu da, sektörler arasında farklılıklar içererek de olsa, toplam talebin eski düzeyine gelmesinin uzun zamana yayılacağı anlamına gelir. Bu nedenle devletler zorunlu önlemleri tedrici olarak kaldırsalar da, gönüllü izolasyon devam edecek ve talep ve üretim hemen toparlanamayacak, işsizlikteki ani artış ortadan kalkamayacaktır. Devletlerin aldığı ekonomik önlemler bu sonucu çevirebilir mi?

 

İnsanlar hayati tehlikeyi göze alarak işe gitmeye razı (mecbur) olsalar da birçok alanda harcama yapılmayacağı için sıfır zorunlu izolasyon altında bile ciddi bir işsizlik ve üretim kaybı ortaya çıkacağı açık.

 

Uygulanan zorunlu izolasyon politikalarının sertliği, yaygınlığı, uygulama süresi, yaş ve yüksek risk grupları arasında farklılık gözetip gözetmediği ile ortaya çıkacak ekonomik maliyetin boyutları arasında bir ilişki olduğu aşikâr. Aşı bulunana kadar insan kaybını tamamen engellemek ancak tüm hayatı bitirerek mümkün olabileceğine göre belli bir insan kaybı aşikâr. Mühim olan insan kayıplarını en azda tutabilmek. Ekonomistler hangi tür zorunlu izolasyon politikalarının, makul bir insan kaybına ve en az ekonomik maliyete yol açacağını tartışıyorlar. Yani optimal politika birleşiminin ne olması gerektiği sorusuna cevap arıyorlar. Uygulanan izolasyon politikalarının en serbest ucunda yer alan ülkelerin başında İsveç yer alıyor. İsveç vatandaşlarını izolasyona teşvik ediyor ama zorlamıyor. Dolayısıyla İsveç optimizasyon probleminde, yani insan kaybı-ekonomik kayıp değiş tokuşunda ekonomiye en çok ağırlık veren politikayı uyguluyor. Ancak İsveç vatandaşları, izolasyonu belli bir ölçüde, gönüllü olarak uyguladıkları için ekonomik kayıp yine ortaya çıkıyor. Şu anda İsveç ekonomisi de bir daralma içinde. Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun İsveç için 2020 ve 2021 büyüme tahminleri - 6.8, gelişmiş Avrupa ülkeleri ortalaması ise -7.3, yani İsveç için de ortalamaya yakın bir küçülme tahmin ediliyor.

İnsanlar hayati tehlikeyi göze alarak işe gitmeye razı (mecbur) olsalar da birçok alanda harcama yapılmayacağı için sıfır zorunlu izolasyon altında bile ciddi bir işsizlik ve üretim kaybı ortaya çıkacağı açık. Zorunlu izolasyon altında ABD’de 45 günde 20 milyondan fazla işsiz ortaya çıktı. İzolasyon politikaları sıfırlansa bile bu insanların işlerinin tümünü uzun bir süre, aşı bulunana kadar ve hatta sonrasında bile, geri almaları uzak olasılık. Bu kitlenin çoğunluğunun düşük ücretli, düşük eğitimli kesimden olduğu ortada (yoksa bu kadar işsiz oluşurken ortalama ücretler hızla yükselmezdi), yani iş bulabilseler çalışmaya dönmeye hazırlar, kendilerini korumak için işe gitmemezlik yap(a)mayacaklar.     

Sonuç olarak insanların tekrar eski tüketim alışkanlıklarına[1] aşı bulunmadan dönmeleri mümkün olmadığına göre, hızlı ekonomik toparlanma senaryolarına kuşkuyla bakmak gerekiyor. Devletler sağlık politikalarının yanında tarihte eşine benzerine az rastlanır büyüklükte para ve maliye politikaları da uyguluyorlar. Acaba bu politikaların ekonomik maliyeti azaltmaktaki rolü ne olabilir? Akla ilk gelen soru şu oluyor: Sorunun kaynağı talepteki düşüş olduğuna göre acaba devletler bu talep eksiğini ekonomiye enjekte ederek ekonomik kaybı önleyemezler mi? Gelişmiş kapitalist ülke devletlerinin hazinelerinin borç kağıtlarını merkez bankaları tarafından satın alınmasıyla (yani para basılarak) finanse edilen dev bütçe açıkları, bu amaca uygun olarak devreye girmiş durumda. Devletlerin işsiz kalan vatandaşlarına yapacağı ödemeler, yardım paketleri, herkese dağıtılacak çekler bu talep eksikliğini kapatmaya yetmeyecek elbette. İşlerini kaybedenlerin çoğunluğu düşük ücretlere sahip/düşük eğitimli kesimden olduğuna göre, gelir kayıplarını tamamen kapatamayacak bu desteklerin sadece temel ihtiyaçlara yöneleceği ortada. Bu sürecin zaten çok eşitsiz olan gelir dağılımını daha da bozarak, zaten borçlu olan bir kesimi daha da borçlu hale getireceği de aşikâr.  

Covid-19 şokuna karşı ekonomik paketlerin etkisini tartışırken, ekonomistlerin sıkça karşılaştırma yaptığı 2008 Büyük Finansal Krizi (BFK)’ne ve akabinde uygulanan ekonomi politikalarına bakmakta fayda var. BFK, 1929 Dünya Buhranı’nın aksine, gelişmiş ülkelerde likidite riskini bertaraf etmek için para politikasının en genişleyici biçimiyle kullanıldığı bir kriz oldu. Finansal piyasalara likidite sağlamanın ötesinde varlık alım politikalarıyla, finansal batık maliyetleri ve kamu borçlanması merkez bankaları tarafından üstlenildi. Covid-19 şokunun BFK’dan çok daha derin olduğu gerçeği kendini şu anda gelişmiş ülkelerde uygulanan para ve maliye (bütçe açığı) politikasının büyüklüğünün, BFK’dan sonra uygulanan (ve sonrasında da sürdürülen) parasal genişlemenin ve bütçe açığının boyutlarını şimdiden aşmış olmasında da gösteriyor. Ancak bu büyüklükteki ekonomik destek paketi bile BFK’dan daha büyük bir ekonomik küçülmeyi önlemekte yetersiz kalacak gibi görünüyor.

 

Covid-19 şoku kadar bir derin talep şoku karşısında firmaların ne kadarının ayakta kalabileceği bugün en önemli ekonomik sorunlardan bir tanesi. Olası zincirleme iflaslar sonucunda, şokun sistemik bir krize dönüşmesi ise esas tehlike.

 

BFK sisteme içsel bir sistemik finansal krizken, Covid-19 sisteme dışşal bir şok. Bu nedenle etkisinin ortadan kalkması da ekonomik sisteme içkin olmayan parametrelere, yani sağlık alanındaki ilerlemelere bağlı. Ancak dışsal bir şok olması, sistemdeki kırılganlıkları tetikleyerek sistemik bir ekonomik kriz yaratamayacağı anlamına gelmiyor. Yani ekonomik paketlerin kökendeki sorunu çözmeye yardımı olmasa da, tetiklenen problemlerin yaygınlaşmasının engellenmesine yardımı olabilir. BFK, finansal piyasanın aşırı riskli pozisyonlarının farkına varması ve akabinde oluşan likidite kuruması ile tetiklendi. Merkez bankaları da faizleri sıfıra çekti, özel sektörün varlıklarını ve devlet tahvillerini satın aldı, yaptığı parasal genişleme ile piyasayı likiditeye boğdu. Bunun sonucu olarak da yeni bir borç dalgası oluşmaya başladı, hükümetler firmaların borçluluğu arttı. Covid-19 şoku geldiğinde, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler bu dönemin mirası olarak, BFK’dan farklı olarak, sorunlu bir finansal sistem ve hane halkı borcu ile değil ama çok ciddi bir firma borçluluğu ile karşı karşıyaydı. Covid-19 şoku kadar bir derin talep şoku karşısında bu firmaların ne kadarının ayakta kalabileceği bugün en önemli ekonomik sorunlardan bir tanesi. Olası zincirleme iflaslar sonucunda, şokun sistemik bir krize dönüşmesi ise esas tehlike.

BFK döneminde söz konusu olan ekonomiyi harekete geçirecek teşvik paketi idi, ama şimdi firmaların nasıl hayatta tutulabileceği tartışılıyor. Kriz uzadıkça ortaya çıkacak olan iflasların ciddi bir borç krizine dönüşüp, alacaklarını alamayan finansal kurumları ve diğer firmaları da ekleyerek yeni bir iflas zinciri yaratması ve bunun sonucunda yaşanacak servet erozyonunun krizi çok daha derinleştireceği açık. Finansal piyasalara merkez bankaları aracılığıyla enjekte edilen muazzam likiditenin, tek başına, bu sonucu ortadan kaldırması mümkün görünmüyor. Finans piyasaları, merkez bankaları aracılığıyla sunulan likiditeyi doğal olarak sorunlu firmalara yönlendirmeyecek, likiditeyi başka varlıkların alımında kullanmayı tercih edeceklerdir. Bu nedenle ekonomistler, bu koşullar altında firmaların iflasına nasıl engel olabileceklerini, onları nasıl yaşatmaya devam ettirebileceklerini konuşuyorlar. Firmaların merkez bankası kanalıyla mı, yoksa hazine kanalıyla mı yoksa hazinenin kullanacağı başka bir kurum aracılığıyla mı desteklenmesi gerektiği tartışılıyor. Sözü edilen, firmaların üreteceği borç senetlerinin para basılarak finanse edilmesi.

Servet erozyonunun, yani faturanın bir bölümü ister istemez alacaklılara (creditors) çıkacak. Eğer şirketlerin hayatta kalması kamu finansmanı aracılığıyla yapılmazsa, bir kısım alacaklı alacağını alamayacak, icra iflas davaları sürüp giderken likidite enjeksiyonu tek başına işe yaramayacaktır. Ekonomistler, faturayı alacaklılara çıkarmanın sistematik bir yolu olarak negatif nominal faiz politikasını tartışmaya açtılar. Merkez bankalarının uygulayacağı negatif politikası, birçok firmayı iflastan kurtarırken, mevduat sahiplerinin servetini de eriterek istenilen transferi gerçekleştirecektir. Negatif faiz mevduat sahiplerinden (alacaklılardan), borçlulara (firmalar, hanehalkları, devletler) bir servet transferi sağlayarak, talep canlanıncaya kadar firmaların hayatta kalmasını sağlayabilir.

Negatif faiz Japonya ve Avrupa Merkez bankalarınca uygulanmaya başlandı, ABD Merkez bankası ise şu anda bu politikaya olumlu bakmıyor. Negatif faiz ne kadar yaygınlık kazanır tahmin etmek güç, ancak kamunun bu borcun bir bölümünü üsteleneceği açık. Her hâlükârda iki politikanın da sonucu, Covid-19 krizi ortadan kalkınca bir enflasyon dalgasının oluşması. Enflasyon da, reel faizler negatif olarak kaldığı sürece aynı servet transferini sağlamaya yarayacaktır. Sonuç olarak şu veya bu şekilde alacaklılardan borçlulara bir servet transferinin oluşması gerekiyor ki borçlular tekrar harcayabilir duruma gelsinler.

Gelişmekte olan ülkeler açısından durum, gelişmiş ülkelere nazaran daha da kötü olabilir. Gelişmiş ülkeler kadar cömert olmasa benzer parasal genişleme politikaları, yani kamu borcunun merkez bankaları tarafından finanse edilmesi, gelişmekte olan ülkelerde de uygulamaya konuldu. Ancak arada ciddi bir fark mevcut. Bu ülkelerin borçlarının önemli bir bölümü yabancı para cinsinden. Bu borçların yerli para basarak karşılanması mümkün olmadığına göre, dünyayı bir dış borç krizi tehlikesinin de beklediğini ortada. Covid -19 şokunu takiben dünya ticaretinde meydana gelen çöküş tüm ülkeleri ama özellikle de gelişmekte olan ülkeleri vuruyor. Özellikle yüksek dış borca sahip ülkelerde, dış ticaretten doğan gelir kaybı dış borç krizi ihtimalini arttırıyor. Hammadde fiyatlarının hızlı düşüşü de, hammadde üreticisi ülkelerin dış ticaret bilançolarının çökmesine neden oluyor. IMF, tıpkı ulusal merkez bankalarının ulusal ekonomiler düzeyinde yaptığını uluslararası düzeyde yapmaya çalışıyor, yani ödeme güçlüğü içinde olan borçlu ülkelere fon dağıtıyor, ödeme kolaylığı sağlamaya çalışıyor. Amaç bir dış borç krizinin ortaya çıkışını engellemek. IMF’nin ayıracağı kaynak 1 trilyon dolar. Bu amacı sağlamak için düşük bir kaynak olabilir. Sonuçta borç ertelemesi ve affı gibi konular gündeme gelebilir. Yani ulusal düzeyde olacak olan alacaklıdan borçluya servet transferinin bir benzerinin uluslararası düzeyde de olması gerekiyor.

[1] Aşı bulunduktan sonra da tüketim alışkanlıklarının değişmesi büyük olasılık, ancak tüketim kompozisyonun değişip düzeyinin korunması olasılık dahilinde. Bu tartışma bu yazının boyutları dışında kalıyor.