İNSAN VE TOPLUM
24 Şubat 2020

'Göçmen karşıtlığının temelinde tehdit algısı var'

“Türkiye’de Göçmen Karşıtı Tutumların Belirleyicileri” araştırması üzerine konuştuğumuz Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, önyargıların temelinde yatan tehdit algısının mültecilerle yakın bir temas kuruldukça azaldığına dikkat çekiyor

...
BİLGİ Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, “Türkiye’de 3 milyon 600 bin Suriyeli yaşıyor, ancak kaç Suriyeli kişiyi ismiyle, öyküsüyle, ailesiyle tanıyoruz? Bunu her birimiz kendimize sorabiliriz. Göçmenlere yönelik önyargıların aşılabilmesi için belki de hepimizin yapması gereken kendimize de bir ayna tutmak ” diyor.

Dünyada en fazla mülteciyi barındıran ülkelerin başında gelen Türkiye, Lübnan ve Ürdün’ün deneyimleri Kasım ayında BİLGİ Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen “Ötekinden Öğrenmek: Göç Alan Ülke Deneyimleri Üzerine Tartışmak" konferansında ele alındı.

Konferansta Prof. Dr. Emre Erdoğan ile birlikte yaptıkları “Türkiye’de Göçmen Karşıtı Tutumların Belirleyicileri” araştırmasının sonuçlarını paylaşan Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci ile göçmen karşıtlığının nedenlerini konuştuk.

Göçmen karşıtlığının temelinde “tehdit algısı” olduğunu belirten Uyan-Semerci, bu algının göçmenlerle yakın bir temas kuruldukça azaldığına dikkat çekiyor. Uyan-Semerci, “Türkiye’de 3 milyon 600 bin Suriyeli yaşıyor, ancak kaç Suriyeli kişiyi ismiyle, öyküsüyle, ailesiyle tanıyoruz? Bunu her birimiz kendimize sorabiliriz. Göçmenlere yönelik önyargıların aşılabilmesi için belki de hepimizin yapması gereken kendimize de ayna tutmak” diyor.

>> Konferansta Türkiye, Lübnan ve Ürdün’ün göç deneyimleri tartışıldı. Bu ülkelerin deneyimlerini konuşmak neden önemliydi?

Günümüzde, göçlerin “gelişmekte olan” ülkelerden “gelişmiş” ülkelere, doğu ülkelerinden batı ülkelerine, güneyden kuzeye doğru gerçekleştiğine dair bir algı hâkim. Oysa biliyoruz ki son 20 yılda bu şekilde tek yönlü bir göç yok. Göç her yöne olabiliyor. Bu nedenle, konferansı “ötekinden öğrenmek” olarak formüle ederken batıda geliştirilmiş uyum teorileri veya göçmen karşıtlığı algıları üzerine var olan ilgili yazının ötesinde, merkezin dışındaki ülkelerin göç deneyimlerine odaklanarak, “öteki”nin deneyiminden öğrenmeyi vurgulamaktı amacımız. Ayrıca tabii her zaman  “biz”in kendisinden farklı olan “öteki”nden sınırlarını, kendisini öğrenmesi; “öteki” olarak görülen göçmenlerden öğrenmek vurgusu da aklımızdaydı.  

Türkiye, geçici koruma statüsüyle dünyada en fazla mülteci nüfusu barındıran ülke. Mültecilerin ülke nüfusuna oranı açısından ise Lübnan ve Ürdün ilk sıralarda geliyor. Bu üç ülkede çok ciddi bir mülteci nüfustan bahsediyoruz ve bu durum bu ülkeler için birtakım sorunları da beraberinde getiriyor. Bu sorunlarla baş edebilmek ise çok kolay değil. Bu yüzden, bu deneyimleri konuşmak, iyi uygulama örneklerini paylaşmak, göç konusundaki algılarımızı masanın üstüne dürüstçe koyabilmek beraber düşünmeye katkıda bulunuyor.

Özellikle iklim değişikliğiyle birlikte gelecekte göçlerde bir artış yaşanacağını biliyoruz. Göç alan bu ülkelerde ne tür uyum projelerinin geliştirildiğini, göçün hem devlette hem de toplumda nasıl bir etki yarattığını, nasıl değişimlere neden olduğunu tartışmamız önem taşıyor.

“Göçmenlere yönelik önyargıların aşılabilmesi için belki de hepimizin yapması gereken kendimize de bir ayna tutmak, yüzleşmek ve neden böyle hissediyoruz diye kendimize sormak.”

>> Dünyada göçmen karşıtlığının güçlendiğine tanık oluyoruz. Türkiye’de de bu karşıtlığı Suriyelilere yönelik olarak gözlemleyebiliyoruz. Konferansta sunduğunuz çalışmanızda göçmen karşıtlığının temelinde tehdit algısının yattığını vurguluyorsunuz. Bu algı neden kaynaklanıyor?

Göçmenlerin, özellikle mültecilerin, savaştan kaçan, hayatta kalma çabasıyla bir ülkeye sığınan kişilerin belli hakları olması gerektiği düşüncesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanlığın ortak geliştirdiği bir uluslararası yasal düzenleme. Ancak günümüzde tüm dünyada, hem Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde göçmen karşıtlığı o kadar çok dillenebilir hale geldi ki, insanlık tarihinin aldığı yoldan sanki geri dönüyormuşuz gibi.

Merkez olarak yıllardır yaptığımız çalışmalar, ötekileştirme, kutuplaşma üzerine yaptığımız araştırmalar Türkiye’de Suriyelilere yönelik karşıtlığı maalesef ortaya koyuyor. Hem yaptığımız çalışmalarda hem de ilgili yazında göçmen karşıtlığında üç temel tehdit algısının ön plana çıktığını görüyoruz.  Bunlardan ilki, göçmenlerin ekonomik tehdit olarak algılanması. Bu noktada, “Gelecekler işlerimizi elimizden alacaklar”, “Kiraları yükseltiyorlar”, “Sosyal devletin haklarından faydalanıyorlar” gibi söylemler öne çıkıyor. Çoğu zaman bu söylemler bir gerçeğe dayanmayabiliyor ya da gerçeğin sadece belirli bir noktasına odaklanıyor. Ancak insanların algısı ekonomik açıdan göçmenlerin bu riski yarattığı yönünde olabiliyor.

İkincisi, göçmenlerin yaşam biçimine yönelik bir tehdit olarak algılanması. “Göçmenler benim yaşam şeklimi, yaşam biçimimi değiştirecekler” gibi bir algı söz konusu. Bu noktada da göçmenlere dair olumsuz algılar, kalıp yargılar devreye giriyor. Üçüncüsü ise fiziksel tehdit algısı. Özellikle 11 Eylül sonrası göçmenlerin kriminal olduğu, daha suça eğilimli olduğu, her ne kadar veriler bunun aksini gösterse de güvenliğe bir tehdit oluşturduğu çok fazla dillendirilen bir söylem oldu.

Bu üç tehdit algısına baktığımızda, gerçeklikten çok bir algı durumu var. Bazen de sorunların kaynağı başka olduğu halde göçmenler günah keçisi olarak hedef gösteriliyorlar.  Yaşadığımız dünyanın belirsizliğinde korkular içinde yaşarken çoğu insana tanıdık olan "bizden olanlar"la güvenli bir dünyada, kendi evlerimizin duvarları arkasında olmak artan bu tehdit algısı ile tercih edilebiliyor.

'Farklılıklarla temas önyargıları azaltıyor'

>> Araştırmanızın önemli bulgularından biri göçmenlerle temasın bu tehdit algısını kırabileceği, önyargıları azaltabileceği yönünde…

Hem literatürde bahsedilen hem de çalışmalarımızda da gördüğümüz karşılaşmaların tehdit algısını kırabildiği. Literatürde iki farklı temastan bahsediliyor. İlki, göçmenlerle günlük yaşamda karşılaşma olarak temas etmek, örneğin sokakta karşılaşmak gibi… Bunun önyargıyı pekiştirebildiğini de görüyoruz. İkincisi ise samimi temas, gerçekten karşılaştığımız kişinin öyküsünü anlayarak onunla bir ilişki kurmak.

Türkiye’de ise araştırmalarımızda bu farkı tespit etmedik. Temas eden kişiler bu iki temas biçimini de daha çok deneyimliyor gibi… Özellikle İstanbul’u düşündüğümüzde, Suriyelilerin daha yoğun yaşadığı semtlerde onları sokakta geçerken görmek gibi günlük hayatta bir temas yaşanıyor, ama aynı zamanda Suriyeli bir komşunuzun olması gibi daha yakın bir temas da söz konusu oluyor.

Samimi teması tehdit algısının kırılmasında önemli buluyoruz. Bu bizim daha önce ötekileştirme üzerine yaptığımız çalışmada da karşımıza çıkan bir noktaydı. Bizden farklı olanla ortak bir deneyim yaşayabilmek önyargılarımızı aşmamızı sağlıyor. Dolayısıyla, farklıklarla temas edebilmek göçmen karşıtlığının önlenebilmesi için en önemli gördüğümüz noktalardan.

Kimler Suriyelilerle bir komşuluk ilişkisi geliştiriyor, onların evine kahve içmeye gidiyor veya çocuğunun sınıfında Suriye’den gelen bir öğrencinin velisiyle iletişim kuruyor? Türkiye’de 3 milyon 600 bin Suriyeli yaşıyor, ancak kaç Suriyeli kişiyi ismiyle, öyküsüyle, ailesiyle tanıyoruz?  Bunu her birimiz kendimize sorabiliriz. Göçmenlere yönelik önyargıların aşılabilmesi için belki de hepimizin yapması gereken kendimize de bir ayna tutmak, yüzleşmek ve neden böyle hissediyoruz diye kendimize sormak. Özellikle insan hakları perspektifi ile konuya yaklaşmak çok hayati.

"Bizim sahip olduğumuz haklar, kendimize hak gördüklerimizle “öteki”ne hak görmediklerimiz... İşte aslında bu fark, kendimizi "öteki" ile eşit olarak görmediğimizin en önemli göstereni."

>> Yaptığınız araştırmada Türkiye’de Suriyelilere yönelik tehdit algısı dile getirilirken dikkatinizi çeken söylemler neler oldu?

Hem bizi şaşırtan hem de üzerinde düşünmeye iten noktalardan biri, özellikle marketten lüks veya eğlence ürünlerinin alınmasına yönelik ifadelerin yaptığımız görüşmelerde çok sert bir biçimde aktarılmasıydı. Örneğin Suriyeli bir kişinin su, ekmek gibi temel ihtiyaçlarını almasında sıkıntı görülmezken çocuğuna çikolata almasıyla ilgili böyle bir anlatıyla karşılaşabiliyoruz.

Hep söylediğimiz bir nokta aslında, insanın kendi çocuğu için hayal ettiğiyle ötekilerin çocukları için tasavvur ettiği arasında farkın ne kadar önemli bir işaret olduğu... Bizim sahip olduğumuz haklar, kendimize hak gördüklerimizle “öteki”ne hak görmediklerimiz... İşte aslında bu fark, kendimizi "öteki" ile eşit olarak görmediğimizin en önemli göstereni.

İkincisi, yanlış bilgi kaynaklı anlatılara sıklıkla rastlıyoruz. “Üniversiteye sınavsız giriyorlar”, “Biz sağlıkta para öderken onlar her türlü haktan faydalanıyorlar”, “Onlara para veriliyor” gibi söylemlerle karşılaşıyoruz. Bu noktada çok ciddi bir bilgi kirliliği var. Yanlış bilgiler var. Doğru bilgilendirmenin yapılması gerekiyor; çünkü çok hassas bir durum. İnsanlar ekonomik açıdan zor durumda olabiliyor ve bu zor durumu yaşarlarken bu tür yanlış bilgiler de onların çok daha sert bir tutuma sahip olmasına yol açabiliyor. Örneğin verilen paranın kaynağının Avrupa Birliği’yle yapılan anlaşma olduğunu bilmeyip, sınırlı bütçenin kaydırıldığını düşününce kalıp yargılar da pekişiyor.  

 

...
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Ekim 2019'da yayınladığı verilere göre Türkiye, dünyada en fazla mülteci nüfusu barındıran ülke. Türkiye'de geçici koruma statüsünde olan 3 milyon 600 bin Suriyeli ve diğer milletlerden yaklaşık 400 bin sığınmacı bulunuyor. Verilere göre bu nüfusun yaklaşık yüzde 98'i kent ve kırsal alanlarda, yüzde 1.7'si ise geçici barınma merkezlerinde yaşıyor.

Tehdit algısı toplumun her kesiminde var 

>> Suriyelilere yönelik “tehdit” algısına toplumun hangi kesimlerinde rastlıyoruz?

Çalışmamızda tehdit algısı sadece şu kesimlerde var diyebileceğimiz bir bulguya rastlamadık. Ortak kesen oldukça yüksek. Göçmenlere, özellikle de geçici koruma statüsündeki Suriyelilere yönelik toplumun her kesiminde bu konuda bir ortaklık var.

Örneğin ekonomik tehdit algısının normalde alt sınıflarda, daha dezavantajlı gruplarda olmasını bekliyoruz. Suriyeliler mevsimlik tarım veya merdiven altı atölyeler gibi daha enformel alanlarda çalıştıkları için asıl rekabetin yoksullar arasında olduğunu düşünüyoruz. Ancak araştırmamızda buna yönelik tehdit algısının böyle olmadığını, bu algının toplumun her kesiminde var olabildiğini gördük.

>> Bu tehdit algısını medyanın beslediğini düşünüyor musunuz?

Medyanın dili o kadar problemli ki, bu algıyı o kadar arttırıyor ki… Medyada bu konuda çok ciddi bir farkındalığın, etik prensiplerin, bir denetim mekanizmasının olması gerekiyor. Örneğin, ne yazık ki sosyal medyada bir yalan haber paylaşılmaya başlandıktan sonra onun yalan olduğu bilgisi aynı oranda yayılamıyor. Suriyelilerle ilgili yapılan negatif haberler için de bu geçerli. Bu noktada içinde bulunduğumuz bilgi kirliliğinde her birimizin en büyük etik sorumluluğu öğrendiklerimizle ilgili gerçeklik kontrolünü yapmak. Bu ise hiç kolay değil; çünkü sürekli bir haber bombardımanı içindeyiz.  

>> Suriyelilerle daha iyi bir beraber yaşamın sağlanabilmesi için ne yapılmalı?

Aslında süreçte, Türkiye hayli bir dönüşüm geçirdi. Türkiye’nin bu zamana kadar kendini hep göçmen alan değil, göçmen veren bir ülke olarak kurgulamış ve mevcut yasalarını da bu perspektifle düzenlemiş olması önemli bir nokta olarak belirtilmeli.

Suriyeliler özelinde bakıldığında ilk başta “misafir” olarak hukuki olmayan bir kavram kullanıldı. Bu süreçte belirtilmesi gerekir ki savaştan kaçan Suriyelilere sınırların açılması çok kıymetliydi. Ancak Türkiye tanım gereği mülteci olarak tanımlaması ve haklarının da bu perspektifle tanımlanması gereken Suriyelilere “misafir” diyerek, coğrafi çekince ile hukuki bir tanım yapmamış oldu. Sonraki süreçte, uluslararası korumanın nasıl sağlanabileceği, ne tür mekanizmaların kurulması gerektiği konularında zorlanıldı. Daha sonra ise geçici koruma statüsü ile haklar tanımlandı.

Türkiye’de bu kadar büyük bir Suriyeli nüfus kalıcı hale gelmeye başlayınca eğitim veya çocuk işçiliği gibi alanlarda zaten var olan sorunlar daha da katlandı. 3 milyon 600 bin Suriyeli nüfusun yarısına yakını 18 yaşın altında. Bu kadar kırılgan bir grupta risk altındaki çocuk sayısı çok fazla. Farklı bir dili konuşan, savaş nedeniyle travma yaşamış bu çocukların eğitim sistemine entegrasyonu hiç kolay değil.

Tüm bu sorunlara baktığımızda var olan durumun sağlıklı bir biçimde tespiti, ihtiyaç analizi ve bu bulgular eşliğinde gerekli düzenlemelerin, politikaların geliştirilmesine ihtiyacımız var. Bunun için her alanda neler yapılabilir üzerine düşünüp uygulamaya geçmemiz gerekiyor. İnsan haysiyetine yaraşır bir yaşamın tüm insanların hakkı olduğu etik duruşu ile farklılıklarımızın zenginlik, sorunların da aslında insanlık durumunun ortak dertleri, ihtiyaçları olduğunu düşünebilmek bu yolda ilerleyebilmek için çok temel ilk adım.