Sağ popülizm, İslamofobi ve küreselleşmenin kaybedenleri
Prof. Dr. Ayhan Kaya Avrupa’da radikalleşme süreçlerini incelediği ERC projesini ve yayınlanan son kitabı “Avrupa’da Popülizm ve Miras”ı anlattı. Kaya’ya göre günümüzde küreselleşmeye tepki olarak yükselen sağ popülizm ve radikal hareketler devletlerin son 30 yılda eşitlikçi politikaları terk etmesinin sonucu
BİLGİ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Avrupa Birliği Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ayhan Kaya, dünyanın en saygın araştırma kuruluşlarından Avrupa Araştırma Konseyi’nin (ERC) “Advanced Grant” araştırma desteğini sosyal bilimler alanında almaya hak kazanan Türkiye’den ilk isim.
Yıllardır uluslararası göç, diasporalar, radikalleşme ve İslamofobi üzerine önemli bilimsel çalışmalara imza atan Kaya, ERC’nin alanında çığır açabilecek araştırma projelerine verdiği bu desteği “Popülizm Çağında Yerlilik, İslamofobizm ve İslamizm” projesi ile aldı.
Proje kapsamında Avrupa ülkelerinden sosyal bilimcilerin de yer aldığı 8 kişilik bir araştırma ekibi Almanya, Fransa, Hollanda ve Belçika’da yapılacak saha çalışmasında sağ popülizm ve İslamofobiye eğilim gösteren Avrupalı gençler ile İslamizme yönelen göçmen gençlerin radikalleşme süreçlerini inceleyecek. Ayrıca söz konusu ülkelerde yaşayan önemli bazı bilim insanları da projenin danışmanlığını yürütecek. Kaya ile ERC projesini ve bu proje kapsamında yaptığı araştırmalara da yer verdiği, kısa süre önce yayınlanan “Avrupa’da Popülizm ve Miras” kitabı üzerine konuştuk.
>> Projenizde Avrupa’da radikalleşen yerli ve Müslüman kökenli göçmen gençlerin benzer sosyoekonomik ve psikolojik koşullar nedeniyle bu eğilimi gösterdiği hipotezinden yola çıkıyorsunuz. Bu iki grup ne açıdan benzeşiyor?
Bugüne kadar Avrupa’da ve pek çok ülkede radikalleşme biçimleri genellikle dini, kültürelist, uygarlıkçı paradigmayla ele alındı. Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman kökenli gençlerin radikalleşme biçimleri ile son dönemde örneklerine daha çok rastladığımız, Avrupa ve Amerika’da beyaz ırkın üstünlüğünü savunan, çoğunluğu sağ popülist genç grupların radikalleşme biçimlerine farklı pencerelerden bakıldı.
Oysa bu gruplar küreselleşmeye benzer şekilde tepki veren, özellikle 80’li yıllardan bu yana batıda yaşanan sanayisizleşme sürecinde küreselleşmenin bir takım dayatmalarını karşılayabilecek donanıma ve eğitime sahip olmadıkları için büyük ölçüde mağduriyet yaşayan gruplar. Dolayısıyla sosyoekonomik ve psikolojik açıdan bu anlamda birbirlerine çok benziyorlar.
Belki de aralarındaki en büyük fark, gündelik hayatta kendilerini ifade edebilmek için sahip oldukları kültürel ve politik dağarcıklarının kendilerine sunduğu araçların birbirinden farklı olması. Kendilerini ifade edebilmek için kimileri dini kullanıyor; kimileri milliyetçiliği, yerliliği ve ırkçılığı kullanıyor. Bu nedenle bu iki grubu birlikte çalışmak gerektiğini savunuyorum.
>> Gençler neden radikalleşiyor?
Aslında gençlerin mevcut ana akım siyasetin içinde bulunduğu kriz nedeniyle radikalleştiği kanaatindeyim. Bugün kitabımda altını çizdiğim gibi sağ popülizmin yükselişi, beyaz ırkın üstünlüğünü savunan radikal gençlik hareketleri ya da İslami radikal hareketler aslında birer semptom. Son 30 yıldır devletler neoliberal düzlemde giderek eşitlikçi, adaletçi refah politikalarını terk ederek yoksulu, mağduru, azınlıkları korumayı bıraktılar. Merkezdeki siyasal partilerin var olan toplumsal sorunlara çözüm üretmekte zorlanıyor olmaları; işsizliği, yoksulluğu, eşitsizliği, adaletsizliği çözemiyor olmaları insanların giderek yoksullaşmasına ve kendilerini kurulu düzene karşı cephe almaya itiyor.
Daha önceden devletler yurttaşlarına ve sakinlerine parlamento, siyasal partiler, sendikalar ve medya gibi bir takım meşru kanallar üzerinden siyaset yapma imkânı sağlarken, bugün artık bu tür kanalların pek açık olmadığını ve dolayısıyla dışlandığını hisseden insanların kendi kültürel ve siyasal repertuvarlarını kullanmak suretiyle alternatif siyaset yapma biçimlerine yöneldiklerini görüyoruz. Bu alternatif siyaset yapma biçimlerinde bu insanlar din, etnisite, uygarlıkçı söylem ya da şiddete eğilim gösteriyor.
"11 Eylül’den sonra radikalleşme denildiği zaman akla hep Müslümanlar geliyor. Oysa göz ardı ettiğimiz şey, aslında devletler radikalleşiyor. Batılı devletlerin sürekli ötekine karşı, göçmen ve mültecilere karşı duvarlarını yükselttiklerini görüyoruz."
>> Yani bahsettiğiniz sosyoekonomik sorunlara karşı tepki kültürel bir çatışmaya mı kanalize oluyor?
Kültürel veya dini olarak görünen meselelerin altını biraz kazıdığımız zaman aslında arka planda sosyoekonomik ve psikolojik etmenlerin yattığını görüyoruz. Özellikle 11 Eylül’den sonra, İkiz Kuleler’in El Kaide tarafından bombalanmasının ardından ortaya çıkan siyasal iklimde radikalleşme denildiği zaman hep akla gelen bireylerin ve özellikle de Müslümanların radikalleşmesi. Oysa göz ardı ettiğimiz şey, aslında devletlerin de radikalleşiyor olduğu gerçeği.
Batılı devletler sürekli ötekine karşı, göçmen ve mültecilere karşı duvarlarını yükseltiyor. Bunu Amerika’nın Meksika sınırında yaptığı gibi ya bilfiil gerçekleştiriyorlar ya da vize duvarları koyarak, bir takım yüksek teknolojik yöntemleri kullanarak; ordularıyla, polisleriyle, helikopterleriyle yapmaya çalışıyorlar. Geçmişteki adaletçi, eşitlikçi, refah devleti söyleminin çok uzağında olduğumuzu ve bugün devletlerin aslında hem kültürel hem de sınıfsal anlamda farklı olana davranırken daha aşırı, daha düşmansı bir tutum sergilediğini görüyoruz.
Bir siyaset bilimci olarak asıl sorumluluğu devlette aramak gerektiğini düşünüyorum. Bu diyalektik bir süreç, devletler radikalleşirken ki bunu genellikle göz ardı ediyoruz, insanlar da bu radikalleşme karşısında radikalleşerek yanıt verme eğiliminde oluyorlar.
>> Bu radikalleşme neden özellikle Avrupa’daki göçmenlerde İslamizm ve yerli gruplarda İslamofobi olarak karşımıza çıkıyor?
“Uygarlıklar çatışması” paradigmasını hatırlamak gerekiyor. 1990’lı yıllarda Samuel Huntington’ın ürettiği bu paradigmayla uygarlık dediğimiz şey dine indirgenmiş oldu. Hâlbuki 19. ve 20. yüzyıl sosyolojisinde uygarlık dediğimiz şey sanayileşme, kentleşme gibi maddi olan unsurlara vurgu yaparak dünyanın her tarafında tecrübe edilen maddi ve manevi bir takım unsurları ihtiva eden bir süreç olarak tanımlanır. Ama bugünkü medeniyetçi söylem dünyadaki bütün çatışmaları haç ve hilal arasındaki çatışmalara veya diğer bir deyişle dini çatışmalara indirgiyor.
Bu söylem siyasi partiler tarafından da kullanılıyor. 1960’larda sınıf siyaseti yaptığınız zaman tüm dünyanın dikkatini üzerinize çekebiliyordunuz. Bugün ise insanlar dikkat çekmek için “marjinden konuşma” yöntemini kullanıyorlar. Söz gelimi, sağ popülist bir parti destekçisi, İslamofobik bir söylem kullandığında tüm dünyanın dikkatini birden üzerine çekebiliyor. Oysa o İslamofobik söylemin altını kazıdığımızda orada asıl meselenin İslam olmadığını, bu insanların yaşadıkları sosyoekonomik problemler olduğunu görüyorsunuz. Dolayısıyla ben kullanılan İslamofobik dilin çoğu zaman taktiksel bir yöntem olduğu kanaatindeyim.
"Sağ popülizm, sadece yoksul, kalifiye olmayan insanları değil, İslamofobik söylemlerle kendi yaşam biçimlerini tehdit altında gören orta sınıfları, kadınları, LGBTİ bireyleri de yakalayabiliyor."
>> Avrupa kentlerinde radikalleşen Müslüman göçmen nüfus için de benzer bir durum mu söz konusu?
Avrupa’da mültecilerin veya işsiz, yoksul, göçmen ailelerin yaşadığı yerlerde de benzer şeyler söz konusu. Bu insanlar devletle olan ilişkilerinde bekledikleri ilgiyi göremediklerinden, sosyoekonomik anlamda giderek yoksullaştıklarından sahip oldukları ve kendilerinden sökülüp alınamayacaklarını düşündükleri unsurlara sarılmak suretiyle psikolojik bir takım refleksler ortaya koyuyorlar.
Kültür ve din madunun, mağdurun sarıldığı bir araç haline geliyor. Avrupa genelinde özellikle IŞİD gibi, daha önce El-Kaide gibi grupların bu tür sosyoekonomik sorunlar yaşayan insanlara erişip, finansal birtakım yardımlar yapmak suretiyle bu insanlara yaşadıkları yabancılaşma, ötekileşme, anomi gibi duygulardan arınmalarını sağlayacak yöntemler sunduklarını ve onları bu şekilde kendilerine çektiklerini görüyoruz.
>> Kitabınıza gelelim. Sağ popülizmin bir yandan aşırılıkçı unsurları barındırırken diğer yandan Avrupa’da kalıcı bir siyasi güç haline geldiğini söyleyebiliyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ben kendi bilimsel bilgi üretme sürecimde de o dönüşümü gözlemleyebildim. 2016 yılında çalışmaya başlarken ortaya çıkan sağ popülist partileri ekstremist siyasal partiler olarak tanımlıyordum, ama zaman içerisinde gördüm ki aslında bu partiler ekstremist değil. 80’ler ve 90’ların kapsamlı parti programı olmayan, refah devletinin çözülmesinin yol açtığı yoksullaşma, işsizlik gibi sorunlara pek fazla eğilmeyen, ırkçı ve ekstremist partilerinden çok farklılar.
Kültürel mirastan, işsizlikten, refah politikalarından ve çevresel felaketlerden de bahsediyorlar. Milli ve yerel unsurları ön plana çıkarıyorlar; daha korumacı ekonomi politikalarını savunuyorlar. Küresel kapitalizmin dayatmaları karşısında bir söylem üretmeye çalışıyorlar. Sol partilerin pek de yapamadığı şeyleri yapıyorlar. Mevcut düzenin eleştirisini yapıyorlar. Bir şekilde küreselleşmenin kaybedenlerinin ihtiyaçlarına, beklentilerine yanıt bulmaya çalışıyorlar.
Diğer yandan bu partileri son yıllarda en çok ana akımlaştıran noktalardan biri İslamofobik söylemleri. İslam’ın radikalleşmiş biçimlerine odaklanarak bunun Avrupa coğrafyasına ve uygarlığına bir tehdit olduğunu vurguluyorlar. Bu söylemle sosyal medya üzerinden çok başarılı bir şekilde uyguladıkları iletişim stratejileriyle milyonlara ulaşabiliyorlar. Sadece yoksul, kalifiye olmayan insanları değil, özellikle uygarlıkçı paradigma dahilinde İslamofobik söylemlerle kendi yaşam biçimlerini tehdit altında gören orta sınıfları, kadınları, LGBTİ bireyleri de yakalayabiliyorlar. Bu nedenle giderek ana akımlaşan bir yapılanmadan bahsediyoruz. Geçmişte bu tür sağ aşırılıkçı partiler geniş kitleleri yakalayamazlardı.
"Bilindiğinin aksine sağ popülist kitleler mülteci karşıtı değiller. Onlar için asıl mesele sınıfsal olarak aynı yerde oldukları için rakip olarak gördükleri, ülkelerinde 40 yıldır yaşayan ekonomik göçmenler ve onların çocukları."
>> Finansal kriz ve mülteci krizi sağ popülist hareketleri nasıl tetikledi?
2008’de başlayan finansal kriz pek çok ülkeyi çok derinden sarstı. Krizden etkilenen ülkelerde bir takım yerli gruplar ellerindeki kaynaklardan olmaya başladılar ve özellikle orta sınıflar güçlerini yitirdiler. Dolayısıyla olup bitenler aslında bir taraftan da kapitalizmin içinde bulunduğu krizin yarattığı sonuçlar.
Diğer yandan, mülteci krizi 2015’ten bu yana Avrupa’yı ciddi anlamda etkilemeye başladı. Sağ popülist partiler mültecilerin yarattığı tartışma bağlamından hareketle nefretlerini ülkelerindeki yerleşik, Müslüman kökenli, ekonomik göçmenlere yönlendirdiler.
Benim çalışmamda da özellikle altını çizdiğim noktalardan biri bu. Bilindiğinin aksine sağ popülist kitleler iddia edildiği gibi savaştan kaçarak ülkelerine yerleşen mültecilere karşı değiller, tam tersine mülteciye yardım etmek onların kendilerini iyi hissetmelerine neden oluyor aslında. Ama onlar için asıl mesele, sınıfsal olarak aynı yerde oldukları için rakip olarak gördükleri, ülkelerinde 40 yıldır yaşayan ekonomik göçmenler ve onların çocukları.
>> Kitabınızda vurguladığınız nostalji ve ‘Avrupa mirası’ kavramları sağ popülist partilerin söylemlerine nasıl yansıyor?
Sağ popülizmin destekçilerinin sosyoekonomik sorunların yanı sıra nostaljik anlamda da bir sorun yaşadıklarını görüyoruz. Sağ popülist partiler, bunun farkında ve iletişim stratejileri bu anlamda çok başarılı. Yeni bir tarih anlayışı yaratarak geçmişin korunaklı limanlarını, kahramanlıklarını, zaferlerini çok başarılı şekilde paketleyip seçmenlerine sunabiliyorlar.
Mitoloji uzmanı Mircea Eliade der ki, bir yerde sosyoekonomik problemler varsa bilin ki orada mitolojik unsurlar ön plana çıkarılır. Pek çok yerde sağ popülist partilerin mitolojik olana başarılı bir şekilde vurgu yaptıklarını gözlemleyebiliyoruz. Örneğin Yunanistan’da Altın Şafak Partisi, sürekli Antik Yunan’ın kahramanlıklarına vurgu yapar. İtalya’da Beş Yıldız Hareketi’nin kurucusu Komedyen Beppe Grillo, Roma İmparatorluğu’nun lejyoner askeri gibi portre edilir. Fransa’da Le Pen, 2017 cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında bütün konuşmalarını mitolojik bir figür olan Jeanne d’Arc meydanlarında yaptı ve kendini onun yeniden doğmuş hali olarak sundu.
Dolayısıyla Avrupa mirası kavramı sağ popülist partiler için önemli. Ortak bir Avrupa tahayyülü yok. Her ülkede partiler ve seçmenleri kendilerince bir Avrupa tahayyülünde bulunuyor.
"Sağ popülist partiler, yeni bir tarih anlayışı yaratarak geçmişin korunaklı limanlarını, kahramanlıklarını, zaferlerini çok başarılı şekilde paketleyip seçmenlerine sunabiliyorlar."
>> Yükselen sağ popülizm ile birlikte çok kültürlülük karşıtı söylemlerin güçlendiği bir Avrupa sizce nereye gidiyor?
Şu ana kadar konuştuklarımız çok iç açıcı olmayabilir, kötümser gibi görünebilir; ancak ben iyimser düşünenlerdenim. Her bir sorunun, her bir krizin kendi fırsat pencerelerini de yarattığı kanaatindeyim. Örneğin İslamofobi güçlenirken, değişim yaratmak isteyen, kendi kabuklarına çekilip kalmak yerine o ülkedeki egemen siyasal kanalları kullanarak siyaset yapan Müslüman göçmenlerin sayısı da artıyor. Dolayısıyla İslamofobi krizi aynı zamanda meşru siyasal kanalları kullanarak siyaset yapma kültürünü de geliştiriyor.
Bugün sağ popülizmden ders çıkarması gerekenler son 30 yıldır ev ödevlerini layıkıyla yapmayan merkezdeki siyasi partilerdir. İnsanların sorunları çözülüp onlara başka perspektifler sunulmaya başlandıkça bu krizin içerisinden çıkılabileceği kanaatindeyim. Israrla, gelecek perspektifi olan, ütopyaları içinde barındıran ve umut üzerine inşa edilen söylemlere ve politikalara ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim.