‘Bana hayatta en çok edebiyat heyecan verir’
Bu yılki Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü alan Prof. Dr. Jale Parla ile hayatı ve edebiyat serüvenine dair konuştuk. Parla, “Bana hayatta en çok edebiyat heyecan verir. Kendimle kaldığım; bütün renklerin, kokuların, sessizliğin bana huzur verdiği anlarda aklıma edebiyattan bir dize gelir” diyor.
Bu yılki Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü BİLGİ Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Öğr. Üyesi Prof. Dr. Jale Parla aldı.
Parla’nın akademi ile edebiyat dünyasını bir araya getirme konusundaki başarısı, Türkiye edebiyatı üzerine yaptığı özgün çözümlemeler, edebiyat eğitimine yaptığı katkılar, eleştiri geleneğini kültürel inceleme ve karşılaştırmalı edebiyat yönünde zenginleştiren yeni alanlar açması ödülün verilme nedenleri arasında yer alıyor.
“Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik”, “Babalar ve Oğullar”, “Don Kişot’tan Bugüne Roman”, “Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım” gibi önemli çalışmalarıyla Türkiye’de edebiyat araştırması alanına değerli katkılar sunan Prof. Dr. Parla ile hayatına ve edebiyat serüvenine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
>> Türkiye edebiyatına yaptığınız katkılarla bu yılki Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü aldınız. Tebrik ediyoruz. Bu ödülü almak size ne hissettirdi?
Erdal Öz, şair, yazar, eleştirmen ve aynı zamanda anti demokratik uygulamalara karşı çıkmış, bunun ceremesini çekmiş bir kültür insanıydı. Onun adını taşıyan bir ödüle sahip olmak beni çok gururlandırdı.
>> Edebiyat araştırması alanında çok değerli çalışmalar yürüttünüz. Önce çocukluğunuzdan başlayarak edebiyata yöneliminizin belirginleştiği yıllara giden serüveninizden bahsedelim isterseniz. İstanbul’da doğup çocukluğunuzun bir dönemini Antakya’da geçiriyorsunuz.
Doğum yerim Safraköy, şimdi İstanbul’da Sefaköy olarak bilinen yer. Doğduğumda babam orada doktor olarak kıta hizmetini yapıyordu. Sonrasında bir süre Ankara Mamak’ta yaşadık ve ardından babamın Hadımköy Askeri Hastanesi’ne tayinin çıkmasıyla İstanbul’a taşındık.
Hadımköy’de bize ev bulunamayınca, annem kardeşim ve ben, Küçük Çamlıca’da tüm ailenin yaz aylarında toplandığı, dededen kalma köşkte kalmak zorunda kaldık. Okullar açılınca annem beni Küçük Çamlıca’dan Kısıklı’daki ilkokula göndermeyi reddetti; babam da aldı beni Hadımköy’e götürdü. Onun için ilkokul birinci sınıfa babamın Hadımköy Askeri Hastanesi’nde kaldığı odada başladım.
Sonra bir generalin o sırada kullanmadığı, boydan boya beyaz fayanslı, içinde kardeşimle doldurup havuz gibi oynadığımız bir küvetin bulunduğu bir hamam dairesine yerleştik. İlkokul ikinci sınıfı da paşanın hamam dairesinde okuduktan sonra babamın Antakya Devlet Hastanesi’ne tayini çıkması nedeniyle 48 saat süren bir tren yolculuğuyla Antakya’ya taşındık. Antakya’da üç sene Gazi Paşa İlkokulu’nda okudum. 11 yaşına geldiğimde beni yatılı okulda okumak üzere İstanbul’a geri gönderdiler. Ancak her yaz tatilimi Antakya’da geçirdim.
Antakya benim için muhteşem, büyülü bir yerdir. Ailece sık sık Harbiye Şelalesi’ne gittiğimizi, Samandağ’da, Çevlik’te denize girdiğimizi hatırlarım. Ailem babamın emekliliğine, yani 1985 yılına kadar orada kaldı, sonra İstanbul’a döndüler. Onun için ben kendime Antakyalıyım da derim çoğunlukla.
>> İstanbul’a tek başınıza dönüş süreciniz nasıl oldu?
Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne yatılı olarak gittim. Evi çok özledim; ancak bir yandan da okula çok çabuk adapte oldum. İlkokuldayken de, yatılı eğitimim boyunca da çok kitap okurdum ve o süreçte beni kitap okumak kurtardı sanırım. Çok çalışkan bir öğrenciydim, etüt derslerinde çalışacağım bir şey kalmazdı; o yüzden kütüphaneden sürekli roman alır okurdum.
>> Neler okurdunuz?
Muazzez Tahsin Berkand ile başladım; İngilizcem biraz ilerleyince romantik “teenage” romanları okudum. Katiyen öyle yüksek edebi eserler okumuyordum; ama gece gündüz okuyordum.
Yatakhanede yemek yemek yasaktı; ben de hep bir şeyler yiyerek okurdum. Hoca beni yanımda bir sürü mandalina kabuğu ile yakalar, hafta sonu dışarı çıkmama cezası verirdi. Ertesi hafta yine ceza, yine ceza… Böyle bir ay okuldan çıkmadığım vardır.
>> O yaşlarda okuma sevginizi neye borçluydunuz? Evde de kitap okunur muydu?
Son derece evhamlı bir annem vardı; Antakya’da sokağa çıkıp oynamamıza çok izin vermezdi. Evin içinde okumaktan başka vakit geçirebileceğim bir iş yoktu. Evde okuduklarım daha edebi düzeyi yüksek kitaplardı; çünkü evde ne varsa okumama izin verilirdi. Hatta bazı kitapları yaşıma göre çok erken okuduğum için geceleri korkar, yalnız başıma yatamazdım. Mesela Goethe’nin Faust’unu o yaşlarda korka korka okuduğumu hatırlıyorum.
Annem Kız Sanat Enstütüsü’nden mezundur; çok iyi dikiş diker, iş işlerdi. Beni de iş işlemeye zorlardı. 12 kişilik sofra takımları işlerken gizli gizli okur, annemin ayak sesleri yaklaşınca okuduğum kitabı işlediğim örtünün altına saklardım. Babam kitap okuduğumu görür, beni ispiyonlamazdı. Babam çok okuyan biriydi; bize de hep kitap okurdu. Hatta kendi yabancı dillerini ilerletmek için Fransızca’dan ya da İngilizce’den okuyup sonra bize Türkçe’ye çevirdiği olurdu. Kardeşimle çok sıkılır, doğrudan Türkçesini okumasını isterdik. Herhalde oradan gelen bir kitap okuma merakım vardı.
Bir de sonradan keşfettik ki ben doğuştan hızlı okurmuşum. 300-400 sayfalık bir kitabı iki saatte okurdum. Top patlasa duymazdım, okurken. Kitaba başlardım ve bitirmeden de kalkmazdım. Hatta bir seferinde babam beni akşam Sefiller’i okurken görmüş, uykusuz kalacağım endişesiyle kitabı okumayı bırakmamı istemişti. Aradan çok geçmeden ışığımı söndürmeye geldiğinde kitabı bitirdiğimi görünce inanamamış; beni romandan imtihan etmişti.
>> Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nin ardından Arnavutköy Kız Koleji’nde, oradan mezun olduktan sonra da Robert Koleji’nin Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde okudunuz. Karşılaştırmalı edebiyata yönelmeye nasıl karar verdiniz?
Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde orta üçüncü sınıfa geldiğim zaman, okuldan eve bir mektup geldi: “Eğer kızınızın üniversitede fen alanlarından birinde okumasını istiyorsanız bunun tedbirini şimdiden alın, çünkü bizde fen bölümü yok” diye…
Babam buna çok sinirlendi ve beni Arnavutköy Kız Koleji’nin sınavına soktu. Ben Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ndeki arkadaşlarımı bırakıp gitmeyi hiç istemiyordum, o yüzden sınavın büyük bölümünü yapmadım. Ancak buna rağmen sınavı geçtim ve Arnavutköy Kız Koleji’ne kabul edildim. Babam, “Senin kararın, ancak ileride kendi ayaklarının üstüne basmak istiyorsan mutlaka kuvvetli bir fen eğitimi görmen lazım” diyerek beni burada okumaya ikna etti.
Arnavutköy Kız Koleji’nden mezun olduktan sonra Robert Koleji’nin Mühendislik Bölümü’nü kazanıp bu bölümde okumaya başladım. Hâlbuki en iyi edebiyat öğrencisi olarak mezun olmuş, hatta dışarıda okuyabilmek üzere bir burs dahi almıştım. Edebiyat ilgilenmeyi en sevdiğim şeydi, ama “görevim” değildi hayatta… Hayattaki görevim meslek sahibi olmaktı ve o dönemde meslek sahibi olmak demek mühendis veya doktor olmak demekti.
Robert Koleji’nde ilk sömestr benim için tam bir fiyaskoydu, hayatımın en mutsuz senesiydi. Kimya laboratuvarlarından nefret ettim. T-cetveliyle çizilen şeyler imkânsızdı. Birinci dönemin sonunda dayanamayıp Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’ne geçtim ve çok mutlu oldum. Hayatta yapmak istediğim tek şeyin edebiyat olduğunu anlamış oldum.
>> Robert Koleji’nde nasıl bir eğitim aldınız?
Robert Koleji’nin Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde müthiş hocalar vardı o zaman. Hepsi Harvard, Yale, Oxford’da doktoralarını yapmış hocalarımızdı. Hillary Sumner Boyd, David Garwood ve Keith M. Greenwood… Orada aldığım dersler çok çeşitli derslerdi. Yöntemsel olarak bize karşılaştırmalı edebiyat nedir, nasıl yapılır diye bir şey öğretmediler; bütün istedikleri karşılaştırmalı edebiyatın temel ilkesi olan ulus ötesi edebiyat okutmaktı. Robert Koleji’ni bitirdiğim yıl, Fulbright bursunu kazandım ve başvurduğum Harvard Üniversitesi’ne kabul oldum. Karşılaştırmalı edebiyatın bir yöntem olduğunu, hem de çok sorgulanır bir yöntem olduğunu Harvard’da eğitim almaya başladığımda anladım.
>> Harvard Üniversitesi, karşılaştırmalı edebiyat disiplinin kurucularından Harry Levin’in de ders verdiği, disiplinin gelişiminde önemli bir yere sahip olan bir üniversite. Siz kendisinden ders aldınız mı?
Harry Levin, herhalde o yılların en hayran olunan ve en çekinilen hocalarındandı. Benim hem hocamdı, hem de danışmanımdı. Bir ansiklopedi gibiydi. Sadece öğrencileri değil meslektaşları da onun bilgisine hayrandılar. Formasyonumda onun çok önemli rolü var. Yazdığı her şeyi satır satır bilirim ve tekrar tekrar okumuşumdur. Öyle yoğundur ki yazdıkları, her cümlesinden bir tez çıkabilir.
>> Harvard’da geçirdiğiniz yıllara dair unutamadığınız anılarınız var mı?
Harvard’da “karşılaştırmalı edebiyat” alanında doktora yapmak için İngilizce dışında üç modern dil; bir de bir klasik dil bilmek gerekiyordu. Benim İngilizcem, Fransızcam ve Almancam vardı, Türkçeyi de kabul ettiler. Geriye öğrenmem gereken bir klasik dil (Yunanca, Latince veya Arapça) kalıyordu.
Harvard’da ilk yılımın sonunda eşim Taha’nın askerliği İstanbul’a çıkınca ben de okulu bir yıl dondurarak İstanbul’a gittim ve Hillary Sumner Boyd’dan aldığım derslerle Ksenephon’un Anabasis’ini okuyabilecek düzeyde Yunanca öğrendim. Ancak Harvard’a döndüğümde Yunanca sınavını bir türlü geçemedim. O nedenle ünlü Yunan dili ve edebiyatı profesörü Cedric Whitman’ın İlyada üzerine verdiği dersi aldım. Dersi geçersem klasik dil koşulunu sağlayabilecektim.
Cedric Whitman sınavda yalnızca çeviri soruyordu. Sınav yaklaşıyordu, ancak ben bir türlü çeviri yapamıyordum. Çok panikledim. Şöyle düşündüm, eğer hiç Arapça bilmeden Kur’an ezberlenebiliyorsa, ben de İlyada’yı Yunanca olarak ezberleyebilirim. O dersi geçebilmek için her sabah saat 3’te kalkarak bütün İlyada’yı ezberledim ve dersi A notuyla geçtim. Sonrasında öğrendim ki Cedric Whitman, Harry Levin’e beni kastederek “Sizin bir Yunan öğrenciniz var, çok iyi bir öğrenci, kıskandım” demiş, Harry Levin de “O Yunan değil, Türk” diye cevap vermiş. Levin, bunu bana gülerek anlatmıştı.
Yunancadan geçtikten sonra doktora sınavlarına girme hakkı kazandım. Fransız ve Alman edebiyatı derslerini veren hocalarım sınavda soracakları eserlere dair okuma listeleri verdiler. İngiliz edebiyatı dersini veren Harry Levin’e “Okuma listesi verecek misiniz?” diye sorduğumda, “Yok vermeyeceğim, Lamont’a git oku” dedi. Lamont dediği Harvard’daki İngiliz edebiyatı kütüphanesidir ve içinde 20 bin kitap vardır. Ben iki sene boyunca günde ortalama 3 kitap okudum ve doktora sınavını geçebildim. İşte orada, hızlı okur olmamın inanılmaz faydasını gördüm; çünkü bu insanların yıllarını alıyordu.
>> 19. yüzyılın ilk yarısında romantik Batı edebiyatında Türk mitini konu alan doktora çalışmanız, daha sonra “Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik” başlığıyla kitaplaştı. Çalışmanız Edward Said’in “Şarkiyatçılık” eseriyle de aynı zamanlara denk düşüyor. Tezinizi edebiyat alanında oryantalizmin incelendiği ilk örneklerden biri olarak sayabilir miyiz?
1968 yılında Harvard’a başladım, tezi yazmaya hazır hale geldiğim sene ise 1973’tür. O dönem post-kolonyal düşüncenin yayıldığı yıllardı. … The Wretched of the Earth’ü okuyoruz, Sartre okuyoruz… Ben de doktora tezimde oryantalizm üzerine çalışmaya, romantik Batı edebiyatında Türk mitinin nasıl politik olarak oluşturulduğunu göstermeye karar verdim.
Tez danışmanlarım Harry Levin ve Jean Bruneau’ydu. Jean Bruneau Avrupa’da 18-19. yüzyıllarda bir oryantal Rönesans olduğuna inanıyordu ve seminerinde de bunu okutuyordu. Ben ve benim gibi birçok kişi ise Bruneau’nun aksine, oryantalist söylemlerin Avrupa’da bir Rönesans doğurmaktan çok uzak olduğunu, sömürgecilik söyleminin bir alt retoriği olduğunu düşünüyorduk.
Tezimi Türkiye’de yazdığım için doğrusu danışmanlarımla çok temasım olmamıştı. Türkiye’den Harvard’a çalışmamı sunmaya gittiğim zaman Harry Levin, bir miktar yeniden düzenlemeyle tezimi kabul etti. Jean Bruneau ise “Senin tezin yok, ben bu tezi kabul etmiyorum” dedi.
>> Teziniz onun düşüncesine eleştirel bir bakış açısı sunduğu için mi?
Tamamen. İki danışman anlaşmazsa da o tez olmaz. Ben çok kötü oldum. Dışarıda biraz yürüdüm, sonra girdim bir kafeye oturdum. Diacritics dergisinin son sayısı çıkmıştı. Battı balık yan gider, kafede biraz dergi okuyayım, dedim. Bütün dergi Edward Said’in son kitabı olan Beginnings’e ayrılmıştı. Edward Said ile de derginin en sonunda bir röportaj var. Röportajda son soru soruluyor: “Peki, şimdiki projeniz nedir?” Said de diyor ki “Oryantalizm” diye bir kitap yazıyorum, konusu da şu…” Sadece 4 satırlık bir konu söylüyor ve benim tez konumla tıpa tıp aynı.
Koştura koştura Harry Levin’in ofisine gittim. Edward Said de Levin’in öğrencisiydi. Dedim ki “Eğer Edward Said yapabiliyorsa ben de yapabilirim.” O zaman Levin’in kıkır kıkır güldüğünü hatırlıyorum. Jean Bruneau geldi, “Peki, madem Türk mitine yoğunlaşıyorsun, o zaman Anadolu sınırlarının dışına çıkma” dedi. Girdim kütüphaneye, 45 günde tezimin üçte birini değiştirdim ve tezim kabul oldu. Tezimin kabulü 1977 yılıdır. Bu alandaki ilk çalışmalardan biridir; ama tek değildir. Birçok üniversitede oryantalizm üzerine bu tezler yazılıyordu, o zamanlar.
>> Harvard’da okuduğunuz dönemde 68’in özgürlükçü rüzgârı sizi nasıl etkiledi?
68 ruhuyla Harvard’da tanışmak çok ilginçti. Gittiğim sene sınıf boykotları yapılıyordu. Sınıfların önünde nöbet tutuyorlardı, ama boykota katılmaları için öğrencilere hiçbir zorlama yoktu. Öğrenciler, gruplar halinde “Strike and Talk” diye bütün gün yürürdü. Harvard Üniversitesi’nin bulunduğu Cambridge şehri, çok renkli bir yerdi o zaman. Hippie’lerin cennetiydi. Herkes komünlerde yaşıyordu. Hintliler meydanda harekrişna şarkıları söylerlerdi. Meşhur ekonomist Galbraith İskoçyalı eteğiyle dolaşırdı. Biz Türkler açısından bütün bunlara bir miktar katılmak çok ilginçti.
Biz kendimizi solcu olarak tanımladık, ama 68 ruhu beni en çok anti kurumsalcılık açısından etkiledi sanıyorum. Mesela ne Taha ne ben mezuniyet törenlerimize katılmadık. Evlenirken annem babam üzülmesin diye bir nikâh yaptık; ama öyle düğün falan yapmadık, gelinlik giymedim. Harvard’a gittiğimde de orada bulduğum atmosferde çok benimsediğim iki slogan vardı: “Otuzunu geçmiş kimseye güvenme” ve “Eğer psikiyatristinin aksanı yoksa onu hemen bırak”… Makul ilkeler üzerinde sürdürülen kurumsallığa hep saygı duydum; ancak köhne kurallarla donatılmış kurumsallığa hep karşı çıktım.
>> Akademik çalışmalarınızı 1976-2000 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü´nde sürdürdünüz. Son 20 yıldır çalışmalarınıza BİLGİ Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde devam ediyorsunuz. Kendi akademik yolculuğunuzdan yola çıkarak karşılaştırmalı edebiyat disiplininin günümüzde geldiği noktaya ve BİLGİ’nin bu sürece katkılarına ilişkin neler söylersiniz?
1996 yılında BİLGİ Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü kuruldu. Çok iyi arkadaşım olan Murat Belge’nin fikriydi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nü kurmak. Yaptığı programı gösterdiğinde bütün kalbimle destekledim. 1996’da Murat Belge, Rana Tekcan, Lale Kula Özerden, Deniz Şengel, Bülent Somay, Nazan Aksoy’un yer aldığı bir ekiple bölüm eğitim vermeye başladı. Ben ise 2000’de onlara katılabildim.
BİLGİ Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü kurulduğunda sağdan soldan “neyi karşılaştırıyorsunuz” gibi hafif alaylı sorular geliyordu. Biz de anlatıyorduk: “Karşılaştırmalı edebiyat demek edebiyatı ulus edebiyatı olarak değil; ulus ötesi edebiyat olarak okutmak demek. En az iki ulus edebiyatına yoğunlaşarak, o iki edebiyatı belirli dönemleri veya belirli türleri baz alarak karşılaştırmak demek.”
BİLGİ’de klasik karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinde olduğu gibi İngilizce ve Türkçe’nin ötesinde yabancı dil bilme zorunluluğu koymadık. Çeviriden okumayı serbest bıraktık. Zaten bugün dünyada da karşılaştırmalı edebiyat bölümleri dil fetişizminden vazgeçmiş durumda. İkincisi, karşılaştırmalı edebiyatı bir kardeş disiplin olarak kültürel incelemeler ile birleştirdik ki bu bütün dünyada da öyle oldu. BİLGİ’nin bu yöndeki uygulamalarının Türkiye’de yankılandığını, diğer bölümlere ilham verdiğini zannediyorum.
Karşılaştırmalı edebiyat disiplini esniyor ve günümüzde dünya edebiyatına dönüşüyor. Bu bence çok iyi bir şey. Örneğin Don Kişot benim favori kitabımdır; ama İspanyolca bilmediğim için doktora yaptığım sürece Don Kişot’tan bir satır bile alıntılamama iznim yoktu. Benim dönemimde disiplinin o kadar katı kuralları vardı.
>> Don Kişot üzerine ders verdiğiniz ve 17 yıl arayla “Don Kişot’tan Bugüne Roman” ve “Don Kişot: Yorum, Bağlam, Kuram” kitaplarını yazdığınız bir eser. Akademik hayatınız boyunca Don Kişot neden sizin için bu denli önemli bir yere sahip oldu?
Robert Koleji’nde Don Kişot’u bize okutan benim çok hayran olduğum Keith Greenwood’du. Don Kişot, onun çok sevdiği bir metindi ve bize de onu bir o kadar sevdirmişti. Doktora dönemimde Don Kişot’un yalnızca eğlenceli, heyecan verici bir metin olmadığını; ama aynı zamanda bütün roman geleneğinin ebeveyni olmasıyla tarihsel ve kuramsal önem taşıyan bir metin olduğunu anladım. Don Kişot, bir roman prototipi olarak romanının çıkışındaki ilk kilometre taşıdır. Bütün roman kuramları onun üzerine bina ediliyor. Çok sevdiğim bir kitabın böylesine bilimsel bir öneme de sahip olduğunu keşfetmek doktora yıllarında beni çok mutlu etti. Hep dönüp dönüp okuduğum bir kitaptır.
>> Başka dönüp dönüp okuduğunuz, sizde iz bırakan edebiyat eserleri var mı?
James Joyce’un Ulysses’ini çok okurum. Biraz başucu kitabımdır o; çünkü hiçbir zaman tüketemediğim için onu okumak çok hoşuma gider. Beni en çok etkileyen iki yazar Shakespeare ve Dostoyevski’dir. Ama Dostoyevski’yi tekrar tekrar okumam; çünkü çok sarsar beni. Shakespeare sonelerini arada açıp okumayı çok severim.
>> Edebiyat okuru olmayı akademisyen kimliğinizden ayırabiliyor musunuz?
Ayıramıyorum, çok zor. İstediğim kitapları okumaya çok vakit bulamıyorum. Çocukluğumdaki gibi yatakhanede yanıma bütün Muazzez Tahsin’leri yığıp başından kalkmadan okuduğum zamanlar ne yazık ki yok artık. Onun dışında akademik bakış açısıyla okumak kitap okuma zevkini azaltmıyor, artırıyor bana kalırsa. Umarım öğrencilerimin de artırıyordur.
>> Edebiyatın sizin için anlamını tarif etseniz birkaç cümleyle ne söylerdiniz?
Bunu söylemek çok çok zor. Herkese bir şey heyecan verir hayatta. Bana en çok edebiyat heyecan verir. Kendimi çok iyi hissettiğim, kendimle kaldığım özel bir an düşünelim. Bütün renkler, kokular, sessizlik, atmosfer, bana büyük bir mutluluk ve huzur vermiş… İşte o an benim aklıma edebiyattan bir dize gelir. Müzik duymam mesela o zaman; ya da bir resim gelmez gözümün önüne. Böyle bir şey.