Kazdağları’ndan Toroslara Tahtacılar
Amed Gökçen, Zeynep Altop ve Bade N. Çayır’ın 4 yıllık bir antropolojik araştırmaya dayanan “Kaz Dağları’ndan Toroslara Tahtacı Türkmen Alevileri” kitabı Tahtacıların dini ve kültürel pratiklerini aktarırken 200’e yakın nefes, dua ve türkünün dijital arşivini sunuyor.
Amed Gökçen, Zeynep Altop ve Bade N. Çayır’ın 2015 yılından bu yana Türkiye’deki Tahtacı topluluğuna ilişkin yaptığı antropolojik araştırmanın bulguları İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından “Kaz Dağları’ndan Toroslara Tahtacı Türkmen Alevileri” başlığıyla yayınlandı. Çanakkale, Balıkesir, İzmir, Aydın, Manisa, Muğla, Denizli, Burdur, Antalya ve Mersin'de sürdürülen saha çalışmalarına dayanan kitap, Tahtacıların kültürel ve dini pratiklerini aktarırken araştırmacıların farklı bölgelerden derlediği 200’e yakın nefes, dua ve türkünün kaydını içeren kapsamlı bir dijital arşiv sunuyor. Gökçen, Altop ve Çayır ile yürüttükleri araştırmaya dair konuştuk.
>> Tahtacılar üzerine yaptığınız çalışma Türkiye’nin Ege ve Akdeniz Bölgesi’nde dokuz ile uzanıyor. Araştırma sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Bade Çayır: Araştırma sürecine 2015’in yazında Çanakkale’de başladık. Bir ay boyunca bir Tahtacı köyünde yaşadık. Daha sonra Tahtacıların yaşadığı farklı yerlerde de saha çalışmalarımız oldu. Üç kişilik bir ekip gibi gözüksek de Tahtacı köylerinde konuştuğumuz her insan bize inanılmaz yardımcı oldu. Çalışmamızda bu kadar çok insana ulaşmamızda onların payı büyük.
Zeynep Altop: Tahtacı topluluğundan insanların işaret ettiği isimlere ulaşarak Tahtacıların dini ve kültürel pratiklerinin hâlâ devam etmekte olduğu, yolun sürdüğü köylere odaklandık.
>> Kitapta da belirttiğiniz gibi Tahtacı topluluğunun kökenlerine dair farklı görüşler var. Anadolu’ya yerleşen Oğuz boylarına, İran’dan göç etmiş Şii topluluklara veya Şamanist topluluklara dayandırılıyorlar. Tahtacıların bu tür topluluklardan herhangi birinin uzantısı olabileceği gibi yaşadıkları coğrafyanın oluşturduğu bir kültürün sonucu olarak yalnızca “Tahtacı” olabileceğini söylüyorsunuz. Tahtacı kültürünü biricik kılan nedir?
Amed Gökçen: Çalışmamızda bilinçli olarak köken tartışmalarına girmedik; çünkü din, millet, etnik kimlik meseleleri ayrıca bir çalışmayı gerektiren başlı başına konular. Tahtacılar, Alevi Türkmen topluluğu olarak değerlendirilirken aynı zamanda bu kimliklerinden bağımsız, kendilerine has özellikleri olan bir biricikliğe sahip. Tek tipleşmenin dayatıldığı çağımızda Tahtacıların kendilerine özgü, hatta bazen kendi köylerine özel inanç biçimleri geliştirmiş olduklarını görüyoruz. Pratikler değişiyor ve bu pratikler üzerinden topluluk içinde herhangi bir iktidar kurmuş değiller. Bir başkasının kendileri gibi yaşamıyor veya aynı pratikleri uygulamıyor olmasına hiçbir şekilde müdahale etmiyorlar. Dolayısıyla, Manisa’daki Tahtacı ile İzmir’deki Tahtacının bir kuralı aynı şekilde uygulamasını gerektiren bir otorite yok ortada.
Onların çok kullandığı bir tabir üzerinden anlatırsam, “Yol bir, sürek binbir”. Yani bir yol var, kaynak belli; ama binbir biçimde o yolda yürümek mümkün. Bu çok önemli; çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin tek tipleşmenin kudretli olduğuna inanılır. Tahtacı kültürü ise bunun tam dışında yer alıyor.
>> Anadolu Alevi kültürüne ait kurumsal yapının ve bu yapıların temsilcisi olduğu kültürel ve dinî pratiklerin Tahtacılar nezdinde geçerliliğinin olmadığını belirtiyorsunuz kitapta. Tahtacılar dini pratikleri açısından Anadolu Aleviliğinden ne ölçüde ayrılıyor?
A.G: Anadolu Aleviliği büyük çoğunlukla Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli çerçevesinde gelişmiş; fakat Tahtacı Alevileri Hacı Emirli ve Yanyatır ocaklarına bağlılar. Kendilerine has geliştirdikleri dini pratikleri Tahtacılıkla birleştirdikleri yeni kıstaslar oluşturmuşlar. Örneğin, Tahtacı anne ve babaya sahip olmayan bir dede, Tahtacı cemini yürütemiyor. Bu noktada Anadolu Aleviliğinden tamamen ayrılıyorlar.
>> Yaptığınız saha çalışmalarında Tahtacılara has kültürel pratiklerden dikkatinizi çekenler neler oldu?
A.G: Tahtacılar, ölüme atfedilen anlam açısından Ortadoğu’daki tüm topluluklardan ayrılıyorlar. Ölüm onlar için yaşamın bir parçası. Ölenin ardından büyük bir yas tutuluyor; ancak yas tutulduktan sonra artık o ölüyü ve onun yattığı yeri kendi hayatlarının bir parçası olarak görüyorlar. Ölüm, öleninin başka bir yere gittiği; ama hayatta kalanları görüp duyduğu bir sürece işaret ediyor.
Mezarlıklar yeri geldiğinde kardeşlerin barışma veya bir yemin mekânı oluyor. Özel dini günlerde mezarlığı da masanın etrafına, yemek alanına katacak şekilde ölen kişinin de hissettiğini düşünerek yemekler yeniyor. Hatta mümkünse onun sevdiği yemekler pişiriliyor, onun sevdiği müzikler dinleniyor. Bazı bölgelerde düğünlerde mezarlığa gidilip ölen kişiden bir nevi icazet alınıyor. Eğlenilmiyor orada, ancak mezarlığın etrafında bir tur atılarak kendilerinden önceki kuşaklar düğüne dâhil edilmiş oluyor.
Mezarlığın üstüne gazete koymak, radyo dinletmek ve buna benzer pratiklerle ölen kişiyi mutlu ettiklerini düşünüyorlar. Gömme sırasında da hem ölen kişiye hem de ölmüş olan akrabalarına hediye getiriyorlar. Büyük çoğunlukla rengarenk bir çiçek oluyor bu. Hem mis gibi koksun diye hem de kendi akrabalarına götürsün diye mezarın içini çiçekle dolduruyorlar. Kimi zaman havlu, mendil ya da manevi değeri yüksek başka hediyeler konuyor.
B.Ç: Tahtacıların doğayla kurduğu ilişki çok özel. Kişinin öldüğü zaman cenaze evine bir böcek, kelebek, kedi veya köpek kılığında geri döndüğüne inanılıyor. Ona ismiyle sesleniyorlar. Pencere ve kapıları açık bırakıyorlar içeri girebilsin diye.
Tahtacılar, şu anda herkes bu işi yapmasa da zamanında ağaç işiyle uğraşan, ormancılık yapan bir topluluk. Örneğin, kısa zaman öncesine kadar, ağacı kesmeden önce, bir dua edip ondan izin alıyorlar. Kutsal olarak atfettikleri ağaçlar, tepeler, taşlar var. Şifa bulmak istedikleri zaman veya çocuğu olmayan kadınlar için doğaya başvuruyorlar. Çeşitli otlardan faydalanma ya da adak adama da çok fazla görülen örnekler.
Z.A: Düğünlerde kültürel ve dini pratiklerin bir arada uygulandığını görüyoruz. Çanakkale bölgesinde özellikle çok rastladığımız, Kepez olarak adlandırılan bir duvak hazırlıyorlar gelin için. Kepez çok değişik renkli tüllerin bir araya geldiği, kuş gibi bir gelin başı… Kepez hazırlandıktan sonra yukarıda bir yerde bekletilmesi, asla yere konmaması, elden düşürülmemesi gerekiyor. Yanlışlıkla onu yere koyan kişiler, “düşkün” olarak görülüyor ve toplumun önem verdiği bir değere aykırı davrandıkları için toplumdan dışlanıyorlar.
> Kitapta Tahtacılar üzerine bir söylem geliştirmek yerine bu tür kültürel ve dini pratikleri olduğu gibi aktarmaya özen gösteriyorsunuz. Çalışmanızı “kurtarıcı antropoloji” alanında tanımlıyorsunuz. Neden?
A.G: Tahtacılar hem kendilerinden hem de dışarıdan kaynaklı sebeplerden dolayı kendi kültürlerinden daha uzak alanlarda yaşamaya başladılar. Bu yüzden de birçok yerde gözlemlediğimiz üzere kültürel ve dini pratiklerini yaşayamaz hale geliyorlar. Nüfuslarına kıyasla bu kültürü sürdüren kişi sayısı inanılmaz derecede az. Tahtacılar ciddi bir alana yayılmış olmalarına rağmen dini pratikleri yürüten yalnızca 3-4 dede olduğunu biliyoruz. Yolu sürdüren, inancı gönülden sürdüren insan sayısı ise birkaç 100 ile sınırlı.
Tahtacılığa dair bilgi birikimine çoğunlukla yaş olarak ilerlemiş kişiler sahip. Gençler bu birikime çok vâkıf değiller. Dolayısıyla, Tahtacı kültürünün zaman içinde yok olma riski var. Bu çalışmayı kurtarıcı antropoloji alanında görmemizin nedeni buydu. Mevcut pratikleri derli toplu bir şekilde kayıt altına alıp o kaybolma sürecine müdahale etmek istedik. Ne kurtarabilirsek akademik açıdan kâr olarak gördük ve bundan sonra yapılacak araştırmalara da mütevazı bir kaynak sunmak istedik.
Z.A: Tahtacılar, kendilerini anlatmayı da tercih etmemiş bir topluluk. Yazılı olarak kayıt altına alma durumu olmadığı için yaşlı nüfus göç ettikçe Tahtacı inancı ve kültürünün yok olma riski hemen hemen gittiğimiz her köyde herkesin farkında olduğu bir durumdu.
>> Tahtacılığa özgü kültürel pratiklerin yeni nesillerce sürdürülmeme nedenlerini ne olarak görüyorsunuz?
A.G: En temel nedenlerden biri çok ciddi bir geçim probleminin olması. Bu şimdiye has bir sorun değil. Uzun süredir kent odaklı bir yaşam biçimi var Türkiye’de. Özellikle daha turistik ve büyük şehir olarak adlandırılan yerlere yakın köylerdeki genç insanlar zamanla çalışmak için şehirlere göç ettiler. Diğer yandan, köy okullarının sayısının azalması, yeni kuşağın daha çok okumak istemesi bu topluluğun önemli bir kısmını şehirlere yönlendirdi. Şehirlere giden insanlar da zaman içerisinde bu ibadet pratiklerinden uzaklaştı.
Bizim gezdiğimiz köylerin neredeyse tamamında gençler yaşamıyordu, çocuk sayısı ise oldukça azdı. Tahtacı köylerinin çoğu neredeyse sadece düğünlerde, bayramlarda, tatillerde gelinen bir yer olmuş durumda. Köylerde yaşayan insanlar, bildikleri haliyle geleneklerini sürdürmeye devam ediyorlar. Ancak Tahtacılıkta birçok kısıtlama ve zorunluluk da var; herkes her ceme katılamıyor veya her görevi alamıyor. Bu kısıtlamalardan dolayı da genç kuşaklara aktarım zayıf. Dolayısıyla hem içeriden hem de dışarıdan gelen kısıtlamalar sebebiyle gençler zaman içerisinde toplumun dini pratiklerinden uzaklaşıyor. Bu elbette onların yoldan çıktığı ya da Tahtacı olmadığı anlamına gelmiyor.
>> Tahtacılarda kültürün yazılı aktarımının olmadığını belirttiniz. Çalışmanızda kapsamlı bir dijital arşivini sunduğunuz nefes ve türkülerin kültürün sözlü aktarımında nasıl bir rolü var?
B.Ç: Yazılı hiçbir kaynak olmadığı için nefesler bütün o kültürün, kuralların aktarıldığı sesli bir anlatı, bir araç gibi. Nefese “Telli Kur’an” deniyor. Nefeslerde cem törenlerinde, düğünlerde veya cenazede uygulanması gereken kurallardan dini öğretiye, öğütlere, çocuklar için ninnilere kadar pek çok bilgi edinmek mümkün. Hiç okuma yazma bilmeyen insanların tamamen nefesler üzerinden inanılmaz bir birikime sahip olduğunu gördük. Adeta bir ansiklopedi gibi bu bilgi birikimini taşımaları sebebiyle nefeslere çalışmamızda özel bir yer verdik.
Farklı bölgelerden kayıt altına aldığımız nefesleri icra edenlerin hiçbiri profesyonel olarak bu işi yapan insanlar değildi. Bir kısmı sazandar, yani cem sırasında nefes söylemeyle görevlendirilen insanlardı, bazıları ise tamamen söylemeyi seven, toplum içinde sesi beğenilen kişilerdi. Cemevlerinde, köylerde, yaylalarda, alabildiğimiz her yerde kayıt aldık. Kimi aldığımız kayıtlarda çalınan kemanın akordu yoktu, kimilerinde ise arkadan horoz sesi veya çocuk ağlaması geliyordu. Kayıtların tamamen doğal olmasını istedik; bizce güzelliği de burada.